DİNE PSİKOLOJİK MEYDAN OKUMA: S:FREUD VE PSİKANALİZ
 

*Prof.Dr. Hayati HÖKELEKLİ


Giriş

İnsanın ruhsal yaşantılarını ve davranışlarını inceleyen psikoloji biliminin uzun bir geçmişi vardır. İnsanlık tarihinin en eski zamanlarından beri, insanın iç dünyasında olup biten olayları açıklama ve anlamlandırmaya yönelik girişimler hiç eksik olmamıştır. Fakat son iki asırda hem doğa bilimlerinde hem insan bilimlerinde gerçekleşen çok büyük keşifler ve ona paralel bilimsel kuramlar ve yeni anlayışlar, başta din olmak üzere kültürel ve sosyal hayatın her alanında geçmiş dönemlerden çok farklı gelişmelerin yaşanmasına yol açtı. Bu tarihsel süreçte modern dönem materyalizm, rasyonalizm, pozitivizm, evrimcilik gibi din karşıtı anlayışların tüm alanlarda hâkim duruma gelmesiyle sonuçlandı. Bu yeni anlayış,   geleneksel dini dünya görüşlerinin dile getirdiği Tanrı, âlem, yaratılış ve insanoğlunun evrendeki yeri ve rolü gibi konulardaki inanç ve anlayışların ciddi şekilde sarsılmasının en önemli kaynağıdır.

Kendisini “ Tanrısız Yahudi” olarak tanımlayan Freud, “psikolojik rahatsızlıkları olan kimseler üzerinde yaptığı çalışmalar sonucu geliştirdiği ve “psikanaliz” olarak adlandırdığı yeni bir psikoloji anlayışı ortaya koydu. Aynı zamanda din konusuyla da yakından ilgilenen Freud, diğer psikoloji ekollerine kıyasla bu konuda en fazla açıklayıcı kuramlar dile getirdi. İlk olarak “Dini Pratikler ve Saplantılı Davranışlar”(1907) başlıklı makalesiyle dindarların da nevrotiklerin de akla aykırı şeylere inandıklarını ve mantıksız davranışlar ortaya koyduklarını dolayısıyla aralarında bir bağ olduğunu ileri sürdü. Freud bu yöndeki düşüncelerini bu makaleden birkaç yıl sonra yazdığı Totem ve Tabu(1913) isimli, bazı uzmanlar tarafından “antropolojik fantezi” olarak nitelendirilen kitabında ilkel insanın yaşantılarını tahlil ederek daha da geliştirdi. Daha sonra kaleme aldığı Bir Yanılsamanın Geleceği(1927) isimli kitabında uygarlık, din ve bilim ilişkilerini ele alarak, aklın ve bilimin olgunlaştığı bir gelecekte dinin artık yerinin olmayacağını iddia etti. Burada din “insanlığın evrensel takıntı nevrozu”dur; çocukların takıntılı nevrozları gibi Ödip kompleksinden, baba ile ilişkiden doğar. Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları(1930) isimli kitabında dinin, seçim yapmayı engelleyici ve uyumlu sınırlara hapsedici  ve inananlarca öyle olduğu fark edilmeyen bir kitle deliliği olduğunu dile getirir. Ona göre dinin tekniği, bastırma yoluyla yaşamın değerini düşürmeyi ve gerçek dünyanın görüntüsünü(akıldan korku duyan)delice bir tutum içinde bozmayı içerir. Bunun bedeli olarak din pek çok insanı bireysel bir nevrozdan kurtarmakta başarılı olur fakat daha fazlasını başaramaz. En son yazdığı Musa ve Tek Tanrıcılık kitabında, önceki kitaplarında geliştirdiği tezleri Hz. Musa’yı esas alarak, Yahudi din tarihine ve toplumuna uyguladı.

Bu psikoloji anlayışı dinin insan ihtiyaçları ve arzularının yansıtmalarından kaynaklandığını iddia etti. Buna göre dinler, bastırılmış duygu yüklü bilinçdışı içerikleri dışa vurmamıza ve onları yeniden yürürlüğe koymamıza izin veren kollektif  nevroz ve rüyalardır. Bizim Tanrı ile olan güçlü ilişkilerimiz, ana-baba imajlarıyla olan gerçek ilişkileri temsil eder. Bir başka deyimle, Tanrı’ya karşı duyduğumuz sevgi, korku, günahkârlık duygusu, kefaret, ceza ve mükâfat gibi duygular, benliğin(ego) ilk sosyal çevresindeki otoritelerle olan çelişkili ilişkisini yansıtır. Böylece dini hayat, sıradan sosyal rollerin dizginlendiği duygusal tatminlerin kılık değiştirmiş şifresidir. Tanrı kabul edilme duygusunu, şuçunu itiraf etme ve onun kefaretli çözümünü, babanın güç ve koruyucu otoritesinin kaybolmasını, bir kimsenin fedakârlıklarının iyi ve mükafatlandırılmış olarak görüldüğü anlamını karşılar.

Buna göre insan artık yeryüzünde Tanrı’nın halifesi bir varlık değildi. Kutsal geleneklerde dile getirilen “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı” öğretisi, Freud’la birlikte, “insan Tanrı’yı kendi suretinde yarattı” şekline dönüştü. Böylece, tüm varlığın yaratıcısı ve düzenleyicisi bir Tanrı yerine, insan zihninin ürettiği bir Tanrı’dan söz edilmiş oluyordu. Öte yandan, tüm insan davranışlarının temelinde bilinçaltı cinsel nitelikli doyum arayan fakat çoğu zaman bastırılan süreçlerin belirleyici olduğunu ileri sürerek insan aklını değersizleştiriyordu. Böylece, bilinç alanı ile bilinçaltı arasında bir uygunsuzluk, gerilim ve çatışma olduğunu, bu çatışmaları gidermek için de savunma mekanizmalarına başvurulduğunu dile getiriyordu. Tanrı’nın ve diğer dini inançların bir “yanılsama’dan, gerçekliğe uygun olmayan bir vehimden ibaret olduğunu iddia etmesinin altında yatan da bu psikolojik mekanizmanın varlığına olan kesin inancıydı. Freud’a göre “bastırma” mekanizması tüm ruhsal rahatsızlıkların nedenini oluşturuyordu, onun için cinsel dürtüler bastırılmamalıydı. Bu konuda birtakım yasaklar, haramlar, kurallar içeren din, bu dürtülerin bastırılmasını istemekle insanın olgunlaşıp, bağımsızlığını kazanmasına engel olduğu için zararlı ve hastalık yapıcı olarak değerlendirildi. Freud’un dine yönelik suçlaması, dinin bir yanılsama olduğunu kanıtlama girişiminin de ötesine geçer. O aynı zamanda dinin bir tehlike olduğunu ileri sürer; öyle ki, din kötü insan kurumlarını kutsar, eleştirel düşünceyi yasaklayarak aklın yoksullaşmasına yol açar, ahlaki normları dini öğretilere bağlayarak ahlakı oldukça zayıf bir temel üzerine yerleştirir. Freud insan mutluluğu, özgürlük ve gerçeğin din tarafından tehdit edildiği kanaatine sahiptir.

1.DİNİN İLAHİ KAYNAĞI KAYNAĞINA KARŞI İNSANİ KAYNAK: ÖDİP(OEDİPUS) KOMPLEKS TEORİSİ

Freud’’a göre insan doğasında fıtri olarak bir inanma ve bağlanma ihtiyacı, Yaratıcı varlığa yönelme yeteneği yoksa,  Tanrı insan zihninin bir icadı ise o zaman bunun nasıl bir psikolojik mekanizma ve süreç içerisinde ortaya çıktığını açıklamak gerekiyordu. Bu noktada o, Oedipus kompleks teorisini ileri sürdü.

Buna göre, 3-5 yaşlarındaki çocukta Oedipal veya fallik devre dediği bir gelişim dönemi vardır. Bu dönemde küçük çocuklarda, bilinçsiz olarak karşı cinsten ebeveyne sahip olma, karşı cinsten ebeveyni yok etme duygusu vardır. Freud erkek çocuğu merkez alarak, onun annesine karşı cinsel arzular duyması nedeniyle babasını rakip olarak gördüğünü ve onu öldürmek istediğini ileri sürer. Ama babasının güçlü olduğunu, bu isteğini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca bu defa olaydan haberdar olduğunu zannettiği babasının kendisine misillemede bulunacağını düşünür ve “hadım edilme korkusu” yaşar. Bu korku o kadar güçlenir ki, çocuk neticede bu defa babayı öldürme yerine tam tersine, mümkün olduğu kadar onun gibi olma, onunla özdeşleşme yoluna gider. Bu özdeşlemeyi gerçekleştirdiği zaman çatışma da bir ölçüde çözülür. Bu da ancak son çocukluk evresinde, çocuğun karşı cins ebeveynin yetişkin bir cinsel obje olduğunu algılamasıyla olur. Freud’a göre bu kompleks evrenseldir, tarih boyunca ve her kültürde var olan ve günümüzde de devam eden bir süreçtir. Tüm psikonevrozların çekirdeğinde, birçok nevrotik takılmaların(fixation), cinsel sapmaların, suçluluk duygularının köklerinde, sağlıklı bir şekilde çözülemeyen Oedipal çatışma aranmalıdır. Buna göre dini inançlar ve bu inançların pratik uygulamaları olan dini ibadet ve törenler, insanın babasını yok etme arzusundan sonra duyduğu suçluluk duygusunu telafi etme psikolojisiyle ortaya çıkan çabalardır. Bu bakış açısıyla Freud, Tanrı’nın iyiyi ödüllendirip kötüyü cezalandırma inancının temelinde Oedipus kompleksteki babanın kuvvetli ve koruyucu yönü ile cezalandırıcı yönünün yattığını ileri sürer. Freud dinin, ahlakın, kültürün ve sanatın başlangıcının Oedipus komplekste birleştiğini ısrarla savunur.

Freud’a göre, nevrozlu insan, ilkel insan ve çocuk üçü de aynı düşünce kalıplarını kullanır. İnsanlığın ortak bir totemist süreçten geçtiğini kabul eder. Küçük çocuk kendi güç ve yetenekleriyle kendi arzularını doyurma imkanına sahip değildir. Bundan dolayı eylemin yerine düşüncesini koyarak hayal gücü ile güçlüklerinin üstesinden gelir. Bu demektir ki şiddetli yoksunluk durumundaki gerilim, birtakım büyüsel ve törensel davranışların doğmasına yol açar. Çocuğun kişilik gelişiminde de erkek çocuğun babası ile ilişkisinin yani hem sevgi hem korku ve nefret duygusunun önemli olduğunu ve bu duygunun hayatın diğer alanlarına yansıtılarak birçok önemli kültürel kurumun temelini oluşturduğunu iddia eder. Yüzeyde sevgi, saygı korunuyor ve güven duygusuyla bağımlılık gün ışığına çıkıyor; idealleştirilen baba tasarlanıyor ve yüceltme(sublimation) yoluyla Tanrı’nın ataerkil imgesi yaratılıyor. Buradaki anlatımla,  babaya karşı geliştirilen nevrotik çatışmalar Tanrı figürüne yöneltilmiştir ki, bu da Tanrı’nın baba imajının bir yansıması olduğunu gösterir. Sonuçta Tanrı yüceltilmiş bir babadır, dini inancın temelinde babaya duyulan arzu vardır.

Freud’un sonuç olarak söylediği, din bir yanılsamadır, insan arzularından kaynaklanmaktadır.   İnsanlığın evrensel takıntılı nevrozudur, çocukların takıntılı nevrozları gibi Oedipus kompleksinden, baba ile ilişkiden ortaya çıkar. Din bir yandan tıpkı bir bireysel saplantı nevrozu gibi saplantısal kısıtlamalara neden olmakta, diğer yandan ise gerçeğin inkârı ile el ele giden tozpembe bir yanılsamalar sistemini kapsamaktadır. Bununla birlikte koyu dindarların bazı nevrotik hastalıklar tehlikesine karşı büyük ölçüde korunmuş olmaları gerçeği, evrensel nevrozu kabul etmiş olmalarındandır; bu durum onları kişisel nevroz geliştirme yükümlülüğünden kurtarmaktadır.

2.ENGELLENME ve ÇARESİZLİK

Freud’e göre insanlar içgüdüsel olarak cinsel sevgi yoluyla zevk arayışı içindedirler fakat kültür bu doğal duyguların tatminini engeller, bireye zarar verecek şekilde bastırır. Bu da insanın çaresizlik duygusu içerisinde gerilimli, bunalımlı ve sıkıntılı bir hayat yaşamasına yol açar.  O’na göre esasen insanda bu sıkıntılı hayata yol açan üç kaynak vardır: Tabiat, kendi bedenimiz ve toplumsal yaşam.

Freud’a göre ilk dönemlerden beri insanın tabiat olayları karşısındaki acziyet ve çaresizliği çocukluktaki güçlü-yardımcı baba imajının devamı mahiyetinde bir Tanrı arzusu doğurmuştur. Bu bakış açısı onu, dinin akla dayalı bir temeli olmadığı bir yanılsama(illüzyon) olduğu, insanın en eski en güçlü arzu ve ihtiyaçlarına cevap veren tatmin edici bir öğreti olduğu sonucuna götürmüştür. Din, çocuktaki acziyet duygusuna, koruyucu baba ihtiyacına cevap veren bir yansıtmadan ibarettir. Sürekli var olan bu acziyet duygusu ve hayat boyu tecrübe edilen acılar bir babaya ve onun yerini alacak bir güce tutunmayı gerekli kılar. Tabii ki bu güç kâdir-i mutlak ve koruyucu bir baba olacaktır.

Freud zamanla tabiatın kanunlarının gözlemlenmesi sonucu ona yansıtılan insani özelliklerin hükmünü kaybettiğini ama insanın acziyeti devam ettiğinden baba ve tanrılara olan arzuların bitmediğini söyler. Ona göre tabiat karşısında aciz düşen insan için tanrılar üç kategoride tatmin sağlarlar ve bu durum bugün hala devam etmektedir:
 

  1. Tabiatın dehşetini gidermek
  2. Kaderin soğuk yüzüyle özellikle de ölümle insanı uzlaştırmak
  3. Uygar bir yaşamın kabul ettirdiği acılar, dertler ve mahrumiyetleri telafi etmek, onların karşılığını vermek.


Freud insanın kaderi konusunda oldukça kötümserdir; tabiat güçleri karşısında insanın hep zayıf kalacağını, çaresizliğinin çaresi olmadığını bu yüzden de tanrılara olan ihtiyacının var olmaya devam ettiğini düşünür. İnsanın tabiat karşısındaki çaresizliğine tanrıların bile çare olamayacağını anlayan insanoğlunun, sonunda ahlak alanının hâkimiyetini ilahi kaynağa bağladığını ileri sürer. Bu noktada ahiret inancının önemli bir işlevi vardır. Dünyada adaletin olmadığını anlayan insan, iyi ile kötünün ayırt edildiği, bu dünyada kaçırmış olduğu mükemmelliği vaat eden ve psikolojik bir avuntu sağlayan yeni bir dünya yaratmak zorunda kalmıştır. Antik devirlerde ayrı tanrılarda toplanan ilahi sıfatların hepsini toplayan Tanrı artık baba gibi tek bir varlıktır. Çocuk babanın ahlaki emirlerine uyacak ve ödüllendirilmeyi umacaktır.

Kısacası, Freud’ göre Tanrı insanın kendisinde eksikliğini hissettiği özellikleri çaresizlik içinde atfettiği bir yansıtmadır (projeksiyon), yüceltilmiş bir babadır. Böylece dini inançların çok güçlü psikolojik kaynakları olduğunu, insanlığın en eski, en güçlü ve en ısrarlı arzularını tatmin ettiğini dile getirir. İnsanlık tarihinin başlangıcında ilk baba, Tanrının özgün görüntüsü, daha sonraki kuşakların Tanrı figürünü biçimlendirirken örnek aldıkları modeldi. Çocuktaki çaresizlik duygusunun etkisi de tüm hayat boyu devam eder ve babaya tutunma ihtiyacı ileriki yaşlarda daha güçlü yeni bir baba (Tanrı) ihtiyacını doğurur. Çocuk babasından, ona duyduğu özlem ve hayranlık derecesinde korkar. Bu çaresizliğe karşı bir savunma tepkisi geliştirir ve babasını yüceltip kutsallaştırır. Çünkü kutsal, yüce bir güce tutunmak,  hayatın tehlikeleri karşısında insanın korkularını dindirir. Böyle bir güç gerçekte var olmadığı için de, insan bir yanılsama(illüzyon) ile kendini tatmin etmiş olur. Bu dünyada yaşanan adaletsizliklerin, katlanılan fedakârlıkların çekilen acıların da yerini bulması böylece ahlaki bir düzenin oluşması için de ahiret inancına ihtiyaç vardır.

3.DİNİN DOGMATİK YAPISI

Freud’a göre dini öğretiler dış (veya iç) gerçekliğin, kişinin henüz kendisi tarafından keşfedilmemiş yönleri hakkında bir şeyler söyleyen ve kişinin inancını gerektiren olgular ve koşulları hakkındaki düşünce ve iddialardır. Bir öğreti olarak bize sunulan dini düşünceler, deneylerle elde edilmiş sonuçlar veya düşünce ürünleri değildirler, bunlar yanılsamalardır. Bu yanılsamalar insanlığın en eski en güçlü en acil arzularının doyumudurlar. Bu düşüncelerin gücünün sırrı, bu arzuların gücünde yatar. Bize yaşamda bizim için en önemli ve ilginç olan şeyler hakkında bilgi verdiklerinden özellikle üstün tutulurlar.

Freud açısından fıtri ve nesnel bir gerçekliği olmayan, psikolojik bir yanılsama olarak insanlığın hayatında yer tutan dinin, bunca bilimsel ve teknolojik gelişmelere rağmen neden hala varlığını sürdürdüğü, inanma gerekliliğinin nereden kaynaklandığının  cevaplanması gereken bir soruydu. Bu soruya o şu üç başlık altında cevap bulduğunu sandı:
 

  1. Atalarımız böyle inanmıştır
  2. Eskiden beri bize ulaşan deliller vardır
  3. Bu öğretilerin doğru olup olmadığı sorusunun herhangidir biçimde ortaya atılması yasaktır.


O’na göre en fazla kuşkumuzu çekmesi gereken bu üçüncü noktadır. Her şey bir yana böyle bir yasaklamanın tek bir nedeni olabilir: Toplumun dini doktrinlerin savunusunun ardında yatan temelsizliğin iyice farkında olması. Atalarımızın böyle inandıkları için bizim de aynı şekilde inanmamız son derece güvensiz bir tutumdur. Çünkü atalarımız bizden çok daha cahildiler; bize bıraktıkları kanıtlar, her türlü güvenilemezlik belirtisi taşıyan yazılı eserlerdir. Bu eserler çelişkiler, düzeltmeler ve tahrifatlarla doludur. Dinin doktrinleri daha çocuğun zihni gelişmeden kafasında sarsılmaz bir yer etmektedirler. Bundan dolayı da dini telkinlerin etkileri uyku ilacının etkilerine benzetilebilir. Dini doktrinlerin bazıları olasılık dışı,  dünyanın gerçekliği hakkında çabalayarak keşfettiğimiz her şeyle o kadar uyumsuzdur ki-psikolojik ayırımlara dikkat etme şartıyla- hezeyanlarla karşılaştırabiliriz. Bunların çoğunun gerçeklik değeri konusunda bir yargıya varamayız, ispat edilemedikleri gibi çürütülemezler de.  Bunlara eleştirel bir yaklaşımda bulunmak için halen bilgimiz yeterli değildir. Dünyayı yaratan ve rahim ve rahman olan bir Tanrı mevcut olsaydı, evrenin ahlaki bir düzeni bulunsaydı ve ölümden sonra yaşantı gerçek olsaydı ne kadar güzel olacağını kendi kendimize söyleyip duracağız ama bütün bunların, gerçekliğini arzulamaya mecbur olduğumuz şeyler olması çok çarpıcı bir gerçektir.

Dolayısıyla, dini doktrinlerin gerçekliğinin ispatı imkânsızdır; bu imkânsızlığı tüm çağlarda atalarımız da hissetmişti. Fakat geçmiş zamanlarda doğruluklarının ispatı kesinlikle mümkün olmamasına rağmen dini öğretiler insanlık üzerinde mümkün olan en kuvvetli etkiyi yapmıştır. Günümüzde ise bilginin hazineleri ne kadar çok sayıda insana ulaşabilirse, dini inançlardan kopma o kadar yaygın olmakta ve önce dinin modası geçmiş ve tartışma götürür uzantıları, daha sonra da temel önermeleri terk edilmektedir. Bu noktada Freud kendi Tanrısının Logos(Akıl, mantık) olduğunu ifade eder. Ona göre bu çok güçlü bir tanrı olmasa da, bilimsel çalışma yoluyla dünya gerçeği hakkında, sayesinde gücümüzü artırabileceğimiz ve yaşamımızı düzenleyebileceğimiz bazı bilgiler kazanılmasının mümkün olduğu inancını güçlendirmektedir.

4.DİNİ RİTÜELLER ve SAPLANTI NEVROZU

Freud’un din üzerine yazdığı ilk yazısı, “Saplantılı Davranışlar ve Dini İbadetler” başlıklı makalesidir. Bu makalesinde nevroz hastalarındaki saplantılı davranışlarla, dini ibadet ve törenler(ritüel) arasında benzerlikler olduğundan hareketle ibadet ve dini törenlerin bir saplantı nevrozu olduğunu iddia etmiştir. Onun bakış açısına göre dindarlar da nevrotikler de akla aykırı şeylere inanırlar, mantıksız ritüeller gerçekleştirirler.

Freud’un tespitlerine göre saplantı nevrozu olan kişi kendisini, belli bir işi belli şekilde yapmak zorunda hisseder. Bu yapma şeklinin dışarıdan bakıldığı zaman hiçbir anlamı yoktur ve kişinin kendisi de bunun farkındadır. Ama bu yapmak zorunda hissettiği şeyi gerçekleştirmediği takdirde yoğun bir iç sıkıntısı yaşar, onun için de bu davranışı terk edemez. Bu sebepten Freud saplantı nevrozuna “kutsal iş” damgasını vurarak nevrozu,” özel bireysel bir dini sistem” şeklinde nitelendirdi.  Ona göre saplantılı davranış yarı komik, yarı trajik olan gülünç bir özel din şeklinde ortaya çıkmaktadır. Dini ritüellerle saplantılı davranışlar arasında şu sekiz noktada benzerlikler vardır:
 

  1. İhmal edildikleri takdirde kişide bir vicdan azabı, bir sıkıntı oluşur
  2. Kişinin zihninde ayrı bir yeri vardır ve kişi bunları yaparken diğer işlerden soyutlanır.
  3. Tüm detayların yerine getirilmesine özen gösterilir
  4. Suçluluk duygusu
  5. Pişmanlık duygusu
  6. İçgüdüsel dürtülerin bastırılması
  7. Uzlaşma hali
  8. Yer değiştirme mekanizması


Böylece, birbirleri arasındaki bu benzerlikler dolayısıyla doğalarının aynı olduğunu savunur. Bunun yanında aralarında bazı farklar olduğunu belirtmeyi de ihmal etmez. Bunlar: 1.Nevrotik seremoniler kişiye göre farklı hallerde ortaya çıkarken, dini ritüeller sabit yapıdadırlar. 2. Nevrotik davranışların bireye özel bir tabiatı varken dini tören ve uygulamalar genel olma özelliğine sahiptir. 3. Nevrotik davranışlar anlamsız ve saçma görünürken dini tören ve merasimlerin ehemmiyetsiz ayrıntıları sembolik bir anlam ve önem taşır.

Freud’a göre tüm inananlar kendilerini ibadet etmeye yönelten güdülerin farkında değildirler ve bu güdüler bilinç düzeyinde onların yerine geçen başka şeylerle temsil edilirler. Freud saplantılı nevrozlarla dini ibadet ve merasimler arasındaki en önemli benzerliğin, (suçluluk duygusu, pişmanlık duygusu vb.) bu güdülerin reddedilmesi mekanizması olduğunu belirtir. Fakat aralarında yine de şu farklılığa dikkat çeker: Nevrozların güdüleri cinsel kaynaklı iken, dininkiler bencil ve toplumdışı kaynaklıdır. Yani saplantı nevrozları cinsel güdülerin yerini alan tatminler iken, dindarlık davranışı bencil ve toplum değerlerine aykırı güdülerin reddedilmesinden doğar. Freud’un burada ulaştığı sonuç şudur: Güdülerin reddedilmesi saplantı nevrozuna yol açar ve bu sağlıksız bir durumdur. Din de aynı tabiatta bir fenomendir, öyleyse din de bir nevrozdur. Dinin koyduğu yasaklar birer saplantılı davranıştır, bunlar güdülerin istediği zevki önlerler ama bizatihi kendileri zevk haline gelir ve orijinal güdüler bunlarla sembolik olarak tatmin edilir.

DEĞERLENDİRME

Freud’un dile getirdiği bu temel iddia ve düşünceler gerçekte neyi ifade etmektedir? Bunların bilimsel geçerliliği var mıdır? Freud psikanalizinde tanımı yapılan insan tasavvuru ne ölçüde doğrudur? Freud’un din ile ilgili değerlendirmeleri hangi dini geleneği merkez ve temel almaktadır? Bu üç ana başlık altında, dile getirilen bu görüşleri değerlendirebiliriz.

1.Psikanaliz ve Bilimsel Yöntem

Freud kendi düşünce ve tezlerinin bilimsel temele dayandığını ısrarla vurgular. Fakat onun çalışmaları üzerine yapılan değerlendirmeler bunun böyle olmadığını çok açık olarak ortaya koyarlar. Onun en önemli teorileri bilimsel verilerle desteklenmemiş olarak kalmıştır. Kendi araştırmalarında elde ettiği birçok veriyi veya bilgiyi önceden zihninde kurguladığı modele uygun sonuçlar çıkarmak için istediği şekilde yorumlamıştır. Yani veriden önce sonuca ulaşmış, sonuç veriyi değil, veri sonucu takip etmiştir. Bu yüzden onun ortaya koydukları, birçok düşünür ve araştırmacı tarafından “bilimsellik iddiasında bulunan spekülasyonlar” ya da çok iyi “kurgulanmış senaryolar” olarak nitelendirilmiştir.

Öte yandan, insanın ruhsal yaşantılarını ve davranışlarını, tüm insan medeniyeti gibi tarihsel ve kültürel oluşumları cinsellik gibi tek bir nedene dayalı açıklamaları “indirgemeci” bir yaklaşımı sergilemektedir. Bu indirgemeci yaklaşım onu olayları yorumlarken aşırı sembolcü olmaya, sembolleri yorumlarken de zorlamacı bir tutum takınmaya yönetmiştir.

Freud, insan davranışları ve tutumları da dâhil, tüm olup biten olayların evrensel sebeplilik(determinzm) ilkesiyle hareket ettiği, her olayın bir sebebi olduğu anlayışına dayanıyordu. Bu bakış açısıyla, tüm bilinçli davranışlarımızın bilincinde olmadığımız, bilinçaltı faktörler tarafından yönetildiğini kabul ediyordu. Freud, kendi döneminde revaçta olan materyalist-mekanist ve evrimci dünya görüşü bağlamında, her şeyin fizyolojik bir temele dayanması gerektiği anlayışının etkisiyle ruhsal yaşantıları biyolojik kaynaklı cinselliğe indirgeyerek açıklamaya çalıştı. Psikanalizi bir tabii bilim modeli ile kurgulamaya çalışan Freud, sonuçta onu insani bilim alanına uyarlamıştır. Yorum ve anlam mantığı ile oluşturulması gereken bir zihinsel/ruhsal yaşam teorisini, tabii bilim ilkesine dayandırarak bu iki farklı modeli birbirine karıştırdı.

Freud’un tenkit edildiği önemli noktalardan birisi de, sınırlı sayıda ve patolojik sorunları olan bir insan grubundan elde ettiği verileri genelleştirip, evrensel olduğu iddiasına yer vermiş olmasıdır.19. yy.ın başlarında Avusturya’da üst sosyo-ekonomik sınıfta yer alan,  din ve ahlak konusunda çok katı ve sofu olarak bilinen bir çevredeki hastaları inceledi. Bu kesimde yer alan kişilerde gözlemlediğini söylediği ve Oedipus karmaşası olarak adlandırdığı bazı kültürel özelliklerin, dünyanın her yerinde ve her döneminde genel geçer bir insan davranışı olduğunu iddia etti. Yapılan kültürlerarası karşılaştırmalı araştırmalar Oedipus kompleks türü bir gelişim özelliğinin, farklı kültürler bir tarafa Avrupa’nın farklı kesimlerinde bile yaygın ve ortak bir varlığının olmadığını göstermektedir.

2.Psikanaliz ve İnsan Tasavvuru

Freud’ün temel aldığı insan tasavvuru, dürtülerine doyum aramaktan başka bir hayat yönelimi olmayan ve tüm hayatı bu dinamik üzerinde gelişip ilerleyen bir yapıdadır. O, Darwin’in evrim anlayışına bağlı olarak insanın birazcık daha gelişmiş bir hayvan türü olduğunu kabul eder. Vahşi ve topluma aykırı doğasının kolay kolay değişmeyeceğine, kendi içgüdülerini sınırladığı için insanın bir uygarlık düşmanı olduğuna kesin olarak inanır. Uygarlığın talep ve baskılarına boyun eğdiği zaman da içten içe bu durumdan hoşnutsuzluk yaşayacağına ve hiçbir zaman gerçek anlamda mutlu olamayacağına kanidir. Akıl ve bilimi yüceltmesine hatta kutsallaştırıp ilahlaştırmasına rağmen, Freud’ün tasvir ettiği insan zayıf akıllı ve güdülerinin esiri bir varlıktır. Aklı ve iradesi kendi doğası üzerine etki edebilecek ve iyileştirici müdahalelere cevap verebilecek bir konumda değildir. Dolayısıyla pasif, etkilenen, hep kendini tekrarlayan, yaratıcılık, dönüşüm ve yetkinleşme kapasitesi bulunmayan bir yapıdadır. Bu anlamda Freud, insan tabiatı ile ilgili karamsar, olumsuz, kaderci, pasif bir görüşün temsilcisidir. Freud’un psikolojisi yetersiz, tatmin edici olmayan bir temel üzerine kurulmuştur çünkü o, nesne ilişkilerini ikincil bir dereceye indirgemektedir…O insanın  doğası gereği sosyal olmayan bir hayvan olduğunu ima eden bir varsayım içerir..Ve buna göre sosyal davranış sonradan kazanılan bir niteliktir. Freud’un iddia ettiği gibi insan yavrusu içgüdülerinin kurbanı asosyal ve günahkâr değil, masum ve zararsız bir canlıdır.

Ego Psikolojisi, Nesne İlişkileri Kuramı, Hümanist psikoloji, Pozitif Psikoloji, Transpersonel Psikoloji gibi nispeten daha yeni psikoloji akımları bu insan tasavvuruna karşı çıkmış ve insanın yeryüzünde biricik, kendine özgü bir tür olduğu, aktif ve yaratıcı bir doğasının bulunduğu, gelişme-olgunlaşma ve bütünleşme kapasitesine sahip olduğu noktasında ortak bir görüşe ulaşmıştır. İnsanın biyolojik boyutunun üstünde onun asıl doğasını oluşturan ruhsal ve manevi(tinsel) boyutu vardır.  İnsanı tanımlayan kavramlar içgüdü, dürtü, bilinçdışı, çatışma, çaresizlik gibi özelliklerden çok ego/kendilik, gelişim gücü, bilinç aşamaları, irade, vicdan, anlam arayışı, varoluşsal ihtiyaçlar, inanç, doruk deneyimler  ruh, maneviyat, erdem, yaratıcılık, psikolojik iyi oluş, duygusal zeka.. gibi niteliklerdir.. Günümüz psikolojisi daha çok insanın bu yüksek doğasını anlamaya yönelmiştir. Bu genişletilmiş ve manevi boyutu dikkate alınan insan tasavvurunda din ve maneviyat kişiliğin ayrılmaz bir boyutudur; bunların ruh sağlığını hem koruyucu hem iyileştirici işlevlere sahip olduğu kabul edilmektedir.  Bu anlamda Freud’un insan tasavvuru eksik, hastalıklı, ahlak ve toplum dışı, kötücül tabiatla sınırlıdır. O İnsanın bir kısım karanlık yönlerini keşfetmiş olmakla birlikte, insanı bu sınırlı ve ilkel yapıya indirgemiş ve ondaki tüm gelişim imkânlarını bir bütün olarak görüp, ele alma başarısını gösterememiştir.

3.Psikanaliz ve Din Tasavvuru

Freud’ün dine yönelik eleştiri ve değerlendirmelerinde model aldığı sistem Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi Batı toplumlarının bağlı olduğu dini geleneklerdir. İslam üzerine herhangi bir bilgisi ya da değerlendirmesi yoktur, ancak kendi çıkarımlarını bir istisna gözetmeksizin tüm dinlere genelleştirmiştir. Bazı uzmanlar Freud’un ruhsal rahatsızlıkları tedavi için kullandığı psikanalisttik yöntemin Hıristiyanlıktaki “günah çıkarma” ritüelinin seküler bir uygulaması olduğunu dile getirmişlerdir. Dolayısıyla insan tasavvuru da bir anlamda Hıristiyanlıktakine benzer olumsuz unsurlar taşmaktadır. Bat’lı dini geleneğin kaynağı ve modeli olarak kabul ettiği totemizm ve animizm gibi ilkel inançlar konusunda ortaya koyduğu iddialar ise, bu konularda doğrudan araştırma ve çalışmalar yapan uzmanların görüşü ile pek çok noktada örtüşmemektedir. Bunu kendisi de itiraf etmekte fakat kendi iddialarını temellendirmek için işine geldiği şekilde hareket etmeyi tercih etmektedir.

Günümüzde dine, evrimci bir bakış açısıyla yaklaşan ve tezleri savunan kimse bulunmuyor. Dine bir başlangıç aramanın yararsız olduğu, neden-sonuç ilişkisine dayalı bir yaklaşımın bilimsel düşünceyle uyuşmayacağı, bilimsel düşüncenin sürekli ilişkiler bulmaya ve anlamaya çalışması gerektiği güçlü şekilde ifade edilmektedir. Kökenlerin araştırılmasının iyi bir bilimsel yöntem olmadığı, yalnız tecrübi(emprik) etkinliklere göre değil, ayrıca dinin bir kavramlar sistemi, bir düşünce biçimi gibi diğer inançlara göre de ele alınırsa daha anlaşılır olacağı, ayrıca dinin oynadığı rolü anlamak için içinde ürediği kültürün ve toplumun yapısını da anlamak gerektiği gibi hususları da eklemek gerekiyor. (Evans-Pritchard, İlkellerde Din, s.124,128,131-132).

İmanı gerçeklik algısını bozan bir arzu yanılsaması(illüzyon) olarak değerlendiren Freud’cü bakış açısı, yine psikanalitik gelenekten yetişen “Nesne İlişkileri” kuramcıları tarafından, araştırmalara dayalı olarak eleştirilmiştir. Bunlardan birisi olan D.W.Winnicot’a göre yanılsama insanın yaratıcı tecrübesinin bir parçasıdır; realiteye geçişin gelişimsel bir şeklidir. Dolayısıyla yanılsama, realiteyi tecrübe etmek için bir engel değil, aksine ona ulaşmak için bir araçtır. Doğuştan getirdiğimiz inanma kapasitesi, bizi gerçekliğin ilerisine ve ötesine taşırken asla gerçekliği gözden kaçırmaz. (Kısa, Sanma, Yanılsama ve Adanma, s.114)  Öte yandan yine aynı gelenekten yetişen Rizzuto, Freud’ün iddia ettiği gibi Tanrı inancının çocuktaki baba fikrinden değil, insanın kendisi, başkaları ve dünya üzerine kanaatlerini içeren birçok değişik kaynaktan ortaya çıktığını söyler. W.Meissner de, kişinin yaşadığı bu süreç ile dinin psikolojik bir realite kazandığını, insanın kendi varlığının anlam, amaç ve kaderini anladığını savunarak şunları dile getirir: “İnanan kişi inancını bir arzu yanılsaması ya da sübjektif bir olgu olarak görmez. İnancı ona, içinde yaşadığı dünyanın tabiatı, varlığın amaç ve anlamı, seven, yönlendiren ve yargılayan bir Tanrı ile bu varlığın ilişkisi konusunda hitap eder. Freud’ün istediği gibi hiçbir inanç manevi dünyanın bir realite olduğunu ispat edemez. Dini tecrübe ne tamamıyla sübjektif ne de tamamıyla objektiftir. Din alanı objektiflik ve sübjektifliğin karşılıklı etkileştikleri bir alandır.” (Köse, Freud ve Din, 134-135)

Freud, baştan beri dini inanca uzak ve ateist birisidir. Tabiatüstü bir gerçekliği kabul etmeyen maddeci bir dünya görüşüne sahiptir. Bu nedenle olgular dünyasında karşımıza çıkan dini inanç, ibadet, ayin, gelenek, dini şahsiyetler vb unsurların varlığını, dinin kendi öğretileri ve bakış açıları ile değil, kendi kurguladığı ateist bakış açısıyla yorumlamaktadır. Yani kendisini dinin üstünde bir karar verici olarak konumlamaktadır. O insanın, zayıflık ve acizliği dolayısıyla önce kendinden üstün mutlak bir gücü, Tanrıyı arzuladığını, sonra ona inanmak için sebepler icat ettiğini iddia eder. Dini inancı sadece insanın zayıflığı ve çaresizliğine bağlamak, dindarlığın kendisini gösterdiği çok çeşitli yapı ve biçimleri tek bir modele indirgemektir. Hiçbir çaresizlik, mahrumiyet, eksiklik içermeyen, gönülden bir bağlılık, sevgi ve adanma olarak yaşanan iman türü Freud açısından yok hükmündedir. Öte yandan,   din psikolojisi araştırmaları, çaresizlik tecrübelerinin kişileri dine yaklaştırdığı kadar, uzaklaştırıcı olduğu şeklindeki çift yönlü etkilerini ortaya koymuştur. Yani dindarlığın psikolojik kaynağını çaresizliğe bağlamak, onu son derece belirsiz ve değişken bir temele oturtmak demektir. Din yolu ile başa çıkmanın olumlu olduğu kadar olumsuz da olabildiği, kimilerinin inancının gücünün arttığı ve pekiştiği aynı durumda kimilerini imanın çözülüp dağıldığını gösteren sayısız örnekler vardır.

Freud’a göre imanın, insanın kendi ötesinde bir gerçekliği, nesnesi yoktur; “insanlığın gelişmesi sırasında duyu organları yerine tedrici olarak ruhi değerler geçer, fakat bunun neden böyle olduğunu bilemeyiz. Daha sonra da yüksek bir duygu olan iman sahneye girer ve buna tam olarak ulaşan kimse en büyük bir iş yapmış olarak kendisini düşünür. Bu psikolojik durumların açıklaması, zor olan şeylerin başarılmasıyla, insanın kendine olan saygı ve sevgisinin artması demektir. ( Musa ve Tek Tanrıcılık, s.133). Görüldüğü gibi Freud, imanın psikolojik muhtevasının tam olarak bilinemeyeceğini, sıradan beşerî duygulardan çok farklı bir tabiatta olduğunu kabul eder gözükmekle birlikte onu, insan ötesi bir nesnesi olmayan, birey psikolojinin sınırlarını aşmayan, kişinin kendine yönelik sevgi ve saygısının güçlü bir ifadesi olarak yorumlayarak indirgemeci tutumunu sürdürür. Yine ona göre inanç ve maneviyatın mucizevi şifa verici etkisi ile ilgili olaylar reddedilemeyecek kadar gerçek olmakla birlikte, burada da insanüstü herhangi bir faktör söz konusu değildir. “Bu tür iyileşmelerde bizim kavrayamayacağımız etkenler rol oynuyor değildir. Her şey  tabii  bir yol izlemektedir; hatta dini inanç gücü bu gibi olaylarda düpedüz beşeri özellik taşıyan birden çok itici güçle pekiştirilmektedir..” Kutsal bir mahalde toplu yapılan bir dini ayin ve uygulamaya bağlı iyileşmelerde, etki kaynağı “kitlenin gücü”, ya da tanrısal inayete ulaşmak için “seçilmişler arasında bulunma isteği” nin inancı harekete geçirmesinden ibarettir. ( Psikanaliz Nedir ve Beş Konferans, 19-21). Böylece Freud açısından dini ve manevi olguların kendi başlarına bağımsız bir varlığı yoktur, bunlar birey ya da grup psikolojisinden türeyen yan ürünlerdir. Bu indirgemeci anlama biçimi bilimsel olmaktan çok ideolojik ve felsefidir. Din ve maneviyat varlık alanını peşinen inkâr eden, insanüstü ve ötesi her olguyu insani sınırlara indirgeyip, dinin hakikatini reddeden bir zihniyet, aynı kısır döngü kuram ve iddiaların içinde dolaşıp durmaktan başka bir şey yapamamaktadır. İnsanın bütünsel gerçeğine uygun olarak inanma olgusunun genetik, güdüsel, dinamik ve yapısal boyutlarını yeteri kadar ayrıntılı ve bütüncül analiz edemediğinden, kapsamlı ve tutarlı bir kuram ortaya koyamamıştır. Belki kendisi gibi ateist düşünce geleneğini benimseyenlere bir takım malzemeler hazırlamıştır.

SONUÇ

Psikoloji bilimine bazı önemli kavram, kuram ve yöntemler katmakla birlikte Freud, içinde yaşadığı yüzyılın evrimci, maddeci, pozitivist, akılcı ve seküler zihniyetinin iyi bir örneğidir. Gerek bilim anlayışı gerek psikoloji ve din görüşü kendi yakın öğrencileri başta olmak üzere pek çok kesim tarafından eleştirilmiş, alternatif ya da düzeltici yeni kavram ve kuramlarla aşılmıştır. Kendinden önce birçok isim tarafından dile getirilen ateist düşünceleri, kendi oluşturduğu psikanaliz kuramının kalıpları içerisine yerleştirmekle din karşıtlığında birleşen çevrelerde belli bir etki alanı oluşturmakla birlikte onun etkisi uzun zaman sürmeyecektir. Fransa’da psikanaliz geleneğinin en başta gelen temsilcilerinden Lacan’ın şu itirafı bu durumu gayet iyi özetler: “Eğer din, - tek hakikat olan gerçek dinden söz ediyorum- zafer kazanırsa- ki bu çok muhtemeldir- bu psikanalizin başarısızlığa uğraması demektir. Psikanaliz dine karşı zafer kazanamaz; çünkü din ölümsüzdür. Din sadece psikanalizi değil daha başka birçok şeyi yenilgiye uğratacaktır. Din pek çok sebeple halen kalpleri yatıştırma gücünü elde tutmayı sürdürmektedir;  bilim ise keşifleriyle her bir insanın hayatına kesin olarak sarsıcı bir sürü yeni şeyler sokmaktadır. Özellikle hakiki din tasavvur bile edilemeyen kaynaklara sahiptir. Bir an için din yerinden kımıldatılabilir gibi gözükebilir fakat bu masalsı bir şeydir. İnsan hayatını altüst eden bilimsel yenilikler insan hayatına gerçek bir anlam veremezler. En başından itibaren din olan her şey,  eskiden doğal olan şeylere bir anlam vermekten ibarettir…”

 

Kaynakça:

Evans-Pritchard, Edward; İlkellerde Din; (çev.Hüsen Portakal) Öteki Yayınevi, Ankara 1999.

Freud, S; Psikanaliz Nedir ve Beş Konferans (çev.Kâmuran Şipal), Bozak Yayınları, İstanbul 1975.

Freud, S.; Totem ve Tabu (çev. Niyazi Berkes) Remzi Kitabevi, İstanbul 1971.

Freud, S.; Bir Yanılsamanın Geleceği (Bilim ve İman) (çev.H.Zafer Kars), Kaynak yay. İstanbul 1985

Freud, S.; Musa ve Tek Tanrıcılık, (çev.Erol Sevil), Dergah Yayınları, İstanbul 1976.

Freud, S.; Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları, (çev. Selçuk Budak; Uygarlık, Din ve Toplum içinde), Öteki Yayınevi Ankara 1995.

Hökelekli, Hayati; Din Psikolojisi, T.Diyanet Vakfı Yayınları, 17. Bas. Ankara 2022

Köse, Ali; Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul 2000

Kısa, Cihad; Sanma, Yanılsama ve Adanma, Psikanaliz ve İnanma(k), Akdem Yayınları, İstanbul 2022.

Morrıs, Brian; Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, (çev. Tayfun Atay), İmge Kitabevi, Ankara 2004.

Paden, William E.; Kutsalın Yorumu (çev.Abdurrahman Kurt), Sentez Yayıncılık, Bursa 2008.

Sauret, Marie-Jean; Croire? Approche Psychanalytique De La Croyance, Editions Prıvat, Toulouse 1982.


*Prof.Dr. Hayati HÖKELEKLİ