Gerçeklikten Koparılan İnsanın Enformatik/Sanal Dünyaya Dalışı: Yankı Odamızdaki Sanal İkizimiz

 

Buhar makinelerinin, makinelerin ve telgraf direklerinin ürettiği bir düzen olan sanayileşme, merkezî ve mekanik bir evren tasarımını meydana getirmiştir. Merkezileşmenin temerküz etmiş hâli; kentleşme ve otomasyon/makineleşmedir. Sanayi devrimi; katı yapıların, kurumların oluşumunu ve merkezîleşmeyi doğurdu. 19. yüzyılın sonunda dergi ve gazetelerin, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren radyo ve televizyonların toplumun şekillenmesinde önemli etkisi olmuştur. Kitle iletişim araçları (dergi, gazete, radyo, TV vb.); 20. yüzyılın siyasi, içtimai, askeri, hukuki ve maarifi süreçlerini belirlemede etkin olmuştur. Gutenberg’in matbaası, bilgiyi hem sabitlerken hem de sahiplendirmiştir. 21. yüzyılda ise dijitalleşme süreciyle bilgi, hem sabitesini hem de sahibini/müellifini kaybetmiştir.

Bireylerin zihninin, toplumların ve kurumların yapısının oluşumunda önemli etkisi olan enformasyon araçları, bilgisayarın internete kavuşması ile farklı bir etki ve zemin alanına kaymıştır. İnternet üzerinden bir şey yapmakla ya da üretmekle yetinmeyen özne; çıkarlarını, arzularını ve ihtiyaçlarını dikkate alan bir varlık olarak hayat sürmeye başlamıştır. Bu durum, klasik hermenötiğin parasallaşması yani bilginin ekonomik araç hâline gelmesi durumudur. Gutenberg matbaasından televizyonlara uzanan bilgi düzlemi; sabit bilgi çağı iken iletişime internetin dâhil olmasıyla bilginin sabitesini kaybettiği bir çağa tanıklık etmekteyiz. Web 2.0 düzeni; kullanıcının kendini kral gibi hissettiği ve içerik üreticilerinin her birinin tasarım yapabildiği bir düzendir. Klasik kitle iletişim araçları, içeriği sahiplenilen bilgilerle varlık gösterirken dijital-enformasyon teknolojilerinde üretilen içeriğin ise hem sahihliği hem de sahipliği yoktur.

Sanayi çağının bir meyvesi olan ve 1990’larda yaygınlaşan internet, merkezi bir noktası olmayan yani merkezsizleşen dijital çağı meydana getirmiştir. Merkez kaç kuvvete sahip, kullanıcı odaklı ve açık erişime haiz olan internet; büyük bir pazar hâline gelerek her şeyi metalaşma sürecine dâhil etmiştir. İnternetin yapay zekâ ile kavuşması enformasyon teknolojisinin daha üstel biçimde büyümesine neden olmuştur. İnsan, 20. yüzyılda bilgiye yönelmişken 21. yüzyılda ise veriye yani malumata boğulmaktadır. Malumata maruz kalan insan; çabuk kanıksayan, kolay manipüle edilebilen, duygu ve düşünceleri sömürülebilen bir varlık haline gelmiştir. Sanal ortamda “uysal” ve “uyuşturulmuş” hâlde gezinen insanın, “özgür” ve (içerik) “üretici” olduğu zannına kapıldığı sanal bir âlem var. Herkes kendi yankı odasında kendini veya “aynılarıyla” aynılığı yankılarken gözetime tabi tutulduğu büyük bir panaptikon evrenin (dijitalleşmenin) içinde olduğunu bile fark edemez.

Sanal âlemde varlığın, maddi varoluş sürecinden daha çok zihinsel ve ruhsal durumunu göz önünde bulundurur. Veri dünyasının içine dalan insanlığın, artık evrensel izleyicisi Big Data’dır. Bu evrede; Big Data yani dijital panoptikon; “sanal”, “dijital”, “hiper-gerçek” kimliklerin izlerini sürebiliyor. Mekanik çağın siyasal tahakkümünün göstergesi Orwell’ın Big Brother adıyla sahne olan iktidar odağı iken dijital çağın Big Brother’ı ise verilerin efendisi olan Big Data’dır. Bu evrede insan, görünmek ya da var olmak için sürekli veri veya içerik üretmelidir. Ürettiği her içerik, yakasını kaptırmasının bir alametidir.

Görselliğin tahakkümünün alanı hâline gelen sanal dünyada, Foucault’un “disiplin toplumu”nun ve Guy Debord’un “gösteri toplumu”nun yerini gözetilen veya gözetlenen toplum almıştır. İnsanlar; sürekli reels, short veya storilerde gezinen, gözettiğini zanneden fakat gözetlenen bir tebaa hâline gelmişlerdir. Kendinden geçene kadar “orada/sanalda” var olan insan, bu sanal düzlemde parmaklarıyla geçtiği görsellerin veya videoların dibini bulacağını zannıyla kopamadığı gezintide bulunur. Oysa buranın dibini bulamayacağı gibi her geçen gün derinliğini ve manasını kaybettiği bir ruha ve zihne kavuşurken yüzü de soluk bir ekrana dönmeye başlar. Bu düzlem, kendi imgesini üreten ve imgesini gerçekmiş gibi zanneden yeni bir marazilik doğurur. Baudrillard’ın ifadesiyle ruhunu şeytana satmasının karşılığında imgesini satın alan Prag’lı öğrenci gibidir.

Sürekli gözettiğini zannederek gözetilen insan, gözetilmeyi bir iletişim biçimi haline getirmiştir. Yüksek gönüllülük duygusuyla sanal dünyada bulunan insanlar, verilerin uzantısı ve enformasyonun tebaası olmuşlardır. Sanal âlem, -Byung Chul Han’ın ifadesiyle- dijital şeffaf bir hapishaneye dönüşmüştür. Hatta Chul Han, Apple’ın New York’taki cam küp şeklindeki mağazasını, enformasyonun acımasız tahakkümünün cisimleşmiş hâli olarak tasvir eder.

Yalnızca gözlerimizin ve zihnimizin muhatap olduğu dijital bir evrenle değil şimdilik insan kadar olmasa da akıllı varlıklarla (akıllı telefon-tablet, akıllı ev, akıllı araba, akıllı süpürge vs.) karşı karşıyayız. Nesneler interneti ve akıllı cihazların varlığı, mahremiyete dair ihlal sorunlarını doğuracaktır. “Özgürlük”, “kendilik”, “muhaliflik” vaadinde olan influencerlar ve yotuberlar, adeta kendilerini tapınılası idoller hâline getirirken kendilerine eleştiri getirenlere de “engeli basmaktan” geri kalmazlar. Âdeta kendi “yaratı evrelerinde” başkasına yaşam hakkı vermezler. Kendilerini mürşide, sayfalarını tarikat merkezine, söylemlerini vaaz’a, sanal takipçilerini de müride dönüştürmüşlerdir. Tapınağı andıran bu düzlemde, içerik üreterek varlık gösteren sanal âlemin fenomenleri, sayfasında olanların siyasal, dinî ve toplumsal görüşlerini belirleme iddiasını ve buyurganlığını taşır. Kendilerinin özgül ağırlığının çok yüksek olduğu vehmine kapılan influencerlar veya yotuberlar, öyle ki insanların iradelerini yöneteceklerine dair bir vehime bile kapılırlar. Oysa insanların ekserisi için influencerlar ve youtuberların sayfaları; -adeta- gerçek kişilikten kopulup sayfalarında gezinti yapılan sanal düzlem alanlarıdır. Orada/sanalda takip edilir, gözlenir, beğenilir veya paylaşılır. Sanal alanlar, akışkanlığın geçiş alanlarıdır. Influencerların ve youtuberların, siyasete ve kamusala dair meselelerde akıllarına çok gerek duyulmaz. Videoları, görselleri tüm paylaşımları görülür, layklanır veya paylaşılır geçilir fenomen sonuçta denilir ve geçilir. Chul Han, bu durumu şu cümlelerle ifade eder; “Influencerlardan ve takipçilerden politik bir kamuoyu oluşturulamaz. Dijital topluluklar, ortaklığın/topluluğun meta biçimleridir. Gerçekte bunlar ticari emtiadır. Politik eylemde bulunma kudretine sahip değildirler.” 

En büyük özgürlüğün, parmaklarının uçlarında olduğunu zanneden insan; düşüncesini, duygusunu, günlük hayatını sanal âleme sunarak verisi toplanan, gözetim altında tutulan fakat özgür olduğu zannıyla sanalda dolanan bir varlık hâline gelmiştir. İnsanların ekserisi, insanlarla iletişim kurduğu zannıyla hareket ederler oysa içinde bulundukları durum, tecrid edilmiş, hücresine tıkılmış bir mahkûmun durumudur.

Dijital çağ, gerçek zamanlı bir dijital gözetleme çağıdır. Yeni medya teknolojileri, dijital sürüler üreten enformasyon teknolojisidir. Bu âlemde gerçek kimliğiyle bile var olamayan fakat kendini gerçekleştirdiğini iddia eden “profillerden” ibaret varlıklar vardır. Sanalda bir insan varlığı gibi olan bot hesaplar; dijital etkileşimde bulunarak yalan ya da yanlış haberler, nefret artırıcı söylemler gibi içerikler üretebiliyor. Bu botlar üzerinden hususiyetle çocukların ve gençlerin dolayısıyla geleceğin toplumsal hafızası, düşünümleri ve davranışları belirlenmektedir. Dijital ruhların beslediği gerçek ruhlara şahitlik etmekteyiz. Yani dijital dünyada inşa ettiği kimliği dijital bir ikiz gibi bu dünyaya aktararak yaşamaya çalışan kimliklerin yaşadığı bir dünyayı görmekteyiz.

Algoritmalar, eğilimlerimizi anlayıp dürtülerimizi harekete geçiren bir manivela olma özelliğini taşımaktadırlar. Kitle iletişim araçlarının (dergi, gazete, radyo, TV) yani mekanik tahakkümün yerini internet ve yapay zekânın birlikteliğine sahip olan enformasyon teknolojisi yani sibernetik tahakküm almıştır. Siberçağın yeni egemenleri, verileri elinde bulunduran dijital âlemin feodalleridir. Dijitalleşmenin dokunmadığı alanın kalmadığı bir düzlem kalmadı diyebiliriz. Baudrillard’ın ifadesiyle iletişimin esrikliğini yaşamaktayız. İletişim esrikliğinin en çok esir aldığı düzlemlerden biri siyasettir. Siyasetçilerin konuşmaları ve söylemleri, dijital veya sanal zeminlerden beslenirken aynı siyasetçiler dijitalde varoluşun siyaseten güçlü olmak zannına da kapılmışlardır. Dijital veya sanal âlemin öznelerini gerçekmiş gibi zannederek ona göre siyaset belirleyen siyasetçiler veya eğitim, sağlık, adalet gibi alanları yönetmeye çalışan mesuller gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Oysa bu dünyanın varlıkları, yaşayan varlıklardan daha çok etkileşim içinde olan varlıklardır. Habermas, bu durumu “Okuyan bir kitlenin akıl yürütmesi, yerini eğilimsel olarak tüketiciler arasında 'beğeni' ve 'tercih alışverişi'ne bırakır. ...Kitle iletişim araçlarının yarattığı dünya yalnızca görünüşte kamusaldır.” cümlesiyle ifade eder. Böylesi bir zeminde siyaset bir gösteriye/theatral ya da Baudrillard’ın ifadesiyle trans-politik bir evreye dönüşmüştür.

Dataizmin bireyi, büyük veri hangarına veri girmekle adeta kömürle çalışan lokomotife kürekle kömür atan vardiya işçisine dönmüştür. İçerik, veri veya enformasyon/malumat üretmediği takdirde yol alamayacağını düşünen lokomotifin kürekçisine dönen sanal âlemin bekçisi, adeta bir zorlamanın yani bağımlılığın içine düşmüştür.  İletişim esrikliği ve çılgınlığı “acaba ne paylaşmalıyım”, “ne yaşarsam onu paylaşabilirim” düşüncesiyle yaşayan bireyi meydana getirmiştir. Ergin olmayıştan kurtulduğunu zanneden insan; düşünme, okuma ve fikir teatisinde bulunmak yerine “beğen”, “paylaş” butonlarıyla baş başa kalan, sanalın içinde yiten, kazandığını sandığı erginlik durumundan ergin olmayış durumuna düşen bir varlık haline gelmiştir.

Önüne düşen metin, video veya resime yorum yazma, beğenme, paylaşma gibi dürtüsel tercihler sunulan ve kışkırtılan insanlar, zamanın hızla aktığı bu akışkan zeminde rasyonellikten uzak kalan refleksler sergilerler. Aklın değil zekânın/kurnazlığın öncelendiği bu dünyada, rasyonellik “out” zekilik/intellect ise “in” hâline gelmiştir. Bu dünyada Hume’un dediği gibi aklın değil “tutku”nun varlığı olan insan gerçekliği meydana gelmiştir. Bu sanal düzlemde; gerçeğin değil cezbedici olanın daha tercih edildiği gerçeğin yerini sahte, iyinin yerini kötünün alması söz konusu olmuştur. Gerçek ile sanal arasındaki ilişki, dijitalleşmeyle radikal bir değişikliğe uğramıştı. Bu radikal değişiklik, klasik ile modernlik arasındaki kopuşu daha da derinleştirmiştir.

Beğeni sayısı veya viral videoları olan siyasetçinin “güçlü aday” görüldüğü siyaset anlayışlarına maruz kalınmıştır. Çünkü beğeni ile izlenme oranı bağlamında siyasi figürler kendilerinde güç vehmetmişlerdir. Ayrıca her siyasi kesim, kendinden olmayanı ekranından veya sayfasından uzaklaştırarak kendi yankı odasında yaşamaktadır. Bu durum, iletişim esrikliğinin yol açtığı yeni marazi/sorunlu bir durumdur. Pariser, herkesin kendi yankı odasını oluşturmasına katkıda bulunan algoritmik düzene filtre balonu adını verir. Atomculaşmış bu düzen, ötekinin sesine kulak vermeyen sağır, narsist ve empatisiz toplulukların yaşam alanı bulmasına yol açar. Birbirini dinlemeyen, yankı odalarında yalnızca kendi dünyasının insanlarıyla yaşayan başka dünyalara tahammül edemeyen tahammülsüz bireyleri doğurmaktadır. Okuma ve dinleme alışkanlığının her geçen gün kaybedildiği bu ortam, gerçek hayatta karşısındaki kişileri, hadiseleri ve görünümleri “reels” veya “storileri” ekrana dokunan parmağıyla geçtiği gibi gerçeklikte de kişilere ve görünümlere aynı muameleyi uygulamak ister. Bunu yapamadığı için de dinleme veya izlemeden vazgeçmeyi tercih etmektedir.

Sürekli bot hesaplarla insanların kimlikleri, siyasi düşünceleri, etnik yapıları göz önünde bulundurularak birbirlerine kışkırtılan insanların sanal düzlemi gerçek hayata yansıdığında ciddi toplumsal kaos ile karşı karşıya kalınabilir. Birbirlerine karşı kışkırtılmış böylesi bir zeminde yaşamak ya da birlikte olmak, kamusallığın geleceği açısından önemli riskler taşımaktadır. Nitekim Habermas, merkezi olmayan internetin sanal dünyasında, iletişimin mevcut hâliyle kamusal alanın korunmasının çok zor olduğunu iddia eder. Veri evresini yöneten algoritma veya yapay zekâ, niceliğin önceleyip niteliği geride bırakarak ilişkilerin duygusal olmasından daha çok hesabi olmasını doğurur. Bu hesabilik, birey ve toplumları daha çıkarcı bir hâle getirir. Toplumsal, hukuki ve siyasi kararların veri ve içeriği dikkate alarak çıkması bireyin varoluşu değil dijital emtianın yani verinin varoluşunu sağlar. Verilerin monizmini esas alan Dataizm, türlerin farklılığını göz ardı eden natüralizmin yeni formudur. Verinin bireyin taleplerinden daha önemli görüldüğü, insanın veri dizgesi hâline geldiği bir düzlemde gerçek ve kamusal olanın gerileyişine şahitlik etmekteyiz.

Bir twitin, bir kitap veya makaleden daha etkili olduğu bir çağın eşiğinde yaşamaktayız. İnsanın bilgiyi yitirdiği enformasyonla yani gerçeklikten kopmuş olan malumatla meşgul olduğu düzlemde, olgusal olanın değil algısal olanın itibar gördüğü hiper-gerçek bir düzleme şahitlik yapmaktayız. Dijitalleşmenin üstel biçimde ilerlettiği nihilizm, enformasyon teknolojilerinin ısı alarak şekillendiği her geçen gün kıvam kazanan camdan bir fanus gibidir. Varlığın yani olgusallığın her geçen gün altını oyan kendini gerçeğin yerine ikame eden sanal dünya, hakikiliği yutan bir oyuk halini almıştır. Kimsenin kimseden emin olamadığı, herkesin birbirini yanlış anladığı ve elinde tuzlukla oradan oraya seyirten tiplerin olduğu evren, anlam dünyası değil verilerden örülü meta dünyasıdır.

Postmodernliğin ümitle bahsettiği büyük anlatıların  (ilerleme, akılcılık, sekülerlik, özgürlük vs.) ölümü gerçekleşmiş hepsinden daha büyük anlatı hâline gelmiş olan zihinleri, duyguları, söylemleri ve davranışları biçimlendiren Big Data anlatısıyla karşı karşıyayız. Düşünmeyi ve bilmeyi lüzumsuz kılan arama motorlarıyla ulaştığımız netice, verinin/malumatın inanç nesnesi haline gelmesine yol açmıştır. Herkesin özgür olduğunu sandığı sanal âlemde, Platon’un mağarasındaki esirlerin kaderlerini farklı bir boyutta yaşamaktayız. Semavî ve arzî olandan her geçen gün kopan insan, gerçeklik dünyasından enformatik sanal dünyanın içine doğru çekilmektedir.

Bu hiper-gerçeklik evreninde deneyimlemediği seyahatlere gider, yakin bilgiden daha çok malumata erişir, bir sürü tanıdığı olur ama gerçeklik dünyasında görse tanımaz. Heyecan duyar “mış” gibi olur ama heyecansız ve samimiyetsiz kalır. İnsanların rezonans/titreşim hâlinde olduğu bu evrende, yüzleri ekran etkisiyle birbirine benzeşen yeni bir varlık türü homo-dijitus yer almaktadır. Hızın, pazarlamanın/satışın ve sataşmanın var olduğu, her şeyin iç içe geçtiği hiper-iletişim türü olan dijitalleşme düzleminde mesafelerin ortadan kaldırılmasıyla mahremiyet aşındırılır. Gürültünün çokça olduğu anlamın buharlaştığı bu dünyada hem semavi olana hem de arzî olana meydan okuma vardır. Maddi evrene son verilen, zamanın tüketildiği her şeye ulaşıldığı zannedilen simülasyon düzeninde herkes, -gönüllüce- tüm mahremiyetini özgür olduğu zannına kapılarak ifşa eder. Özgürleştiğini düşünürken aynı zamanda paçasını kaptırdığı bir âlemde sürüklenmektedir. Bu düzlemde kişi, hem kendini hem de ötekini buharlaştırarak var olduğunun zannına yakalanır.

Annelerimizin veya dedelerimizin, iletişim biçimi olan analog iletişimde canıyla kanıyla karşımızda var olan bir muhatap söz konusu iken dijital iletişim düzleminde etsiz, kansız biçimde gerçek kimliği var mı yok mu bilemediğimiz adresler ve profiller vardır. Komşunun veya yol arkadaşlığının yerini, aynı sayfada birbirini izleyen profiller alır. En samimi platform olan Facebook’da dahi birbirimizi dinlemediğimiz gibi çoğu zaman birbirimizi yanlış anlarız. Sanal dünyalar; herkesin kendi reklamını, söylemini ve bakışını yankılattığı bir zemin hâline gelmiş ve herkesin dünyasını kurduğu bir rezonans dünyası haline gelmiştir.

Öncelikle insan, yaşadığı dünyanın gerçek bir dünya değil sanal bir dünya olduğu gerçeğiyle yaşamalıdır. Asıl mekânının gerçeklik dünyası olduğunu bilmeli, vaktin en iyi buharlaştırıldığı düzlemin sanal düzlem olduğunu fark etmelidir. Mesafesizliğin dolayısıyla mahremiyetin ihlal edildiği düzlem olan sanal âlemle arasına mesafe koymadığı takdirde kendinin ve değerlerinin her geçen gün bu düzlemde buharlaşacağının farkında olmalı. Burada birileriyle görüşmenin asla yüz yüze, diz dize olan “anaolog” muhabbetlerin yerini almayacağını bilmeli. Sanal düzlemde hastalığına deva bulmasının sıkıntılı sonuçları olabileceğini, orada adaletin sağlanamayacağını, insan olunmayacağını (eğitilemeyeceğini) hatta eğlenilemeyeceğini bilmeli.

Arkada bıraktığımız en kalıcı mirasımızın yaptığımız paylaşımlarımız ve yorumlarımız olduğunun farkında olarak düşünmeden uzak klavye reflekslerine kendimizi kaptırmamalıyız. Nihayetinde gözleyen olma durumundan daha çok gözlenen veya gözetime tabi tutulan bir dijital mahkûm olma potansiyeli taşıdığımızı aklımızdan çıkarmamalıyız. Sanal düzlemde yaşamak veya kendi yankı odamızda gürültülere boğulmak yerine gerçek hayatı ve dünyayı ıskalamadan kır, dağ, bayır, bağ, bahçe içinde olmalıyız ki arz ve semayla dolayısıyla fanilik ve ebedilik düzlemde seyreden bir varlık olduğumuzu unutmayalım.
 

Kaynaklar

Boris Groys, Akışta: İnternet Çağında Sanat, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2017.

Byung Chul Han, Enfokrasi, İstanbul Ketebe Yayınları, 2022.

Byung Chul Han, Enfokrasi, İstanbul Ketebe Yayınları, 2022.

Johnny Ryan, İnternetin Geçmişi ve Dijital Gelecek, Ankara: Tubitak Yayınları, 2019.

Tom Goodwin, Dijital Darwinizm, İstanbul: Siyah Kitap, 2019.