HZ. Lût Kavminin Helaki
Cağfer KARADAŞ
وَلُوطاً اِذْ قَالَ لِقَوْمِهٖٓ اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَؗ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَمٖينَ.
اَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ وَتَقْطَعُونَ السَّبٖيلَ وَتَأْتُونَ فٖي نَادٖيكُمُ الْمُنْكَرَؕ
“Lût’a gelince o, kavmine demişti ki: “Siz, kesinlikle daha önce hiçbir milletten hiç kimsenin yapmadığı bir hayâsızlığı yapıyorsunuz.
Siz erkek erkeğe ilişki kurmaya, fıtrat yolunu kapatmaya, toplantılarınızda ahlâk dışı işler yapmaya devam edecek misiniz?”
(Ankebût 29/28-29)
İNSAN: KADIN VE ERKEK
Yüce Allah insanı bir kadın ve bir erkek olarak yaratmış, insan neslinin bu iki zıt cinsiyetin birlikteliğinden doğacak çocuklarla devam etmesini irade etmiştir. Erkekle kadının bir araya gelmesi ailenin oluşumunu, ailelerin bir araya gelmesi de kabilelerin ve milletlerin oluşumunu gerçekleştirmiştir. Bu kurumsal yapılar ve topluluklar, insanın ve insan neslinin hem varlığının hem de sürdürebilirliğinin sebebi ve güvencesi kılınmıştır.
Buna göre toplumun en küçük yapı taşı olan aile kurumunun amacı sadece erkekle kadını bir araya getirmek değil, aynı zamanda doğacak çocukların bakım ve güvenliğini temin etmektir. Öyleyse aile insan neslinin devamını sağlamanın yanında o neslin geleceğe dönük varlığını da teminat altına almaktadır. Bunun sağlanmasında bazen aile de yeterli olmamakta bu yüzden ailelerin bir araya gelmesiyle oluşan akraba topluluklarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu topluluklara Araplar kabile derken Türkler boy ifadesini kullanmaktadırlar. Kabile veya boy dayanışma ve yardımlaşma kültürünün oluştuğu ve sürdürüldüğü bir yapının adıdır. İslam’da bu yapının korunması, akrabalık bağlarının canlı tutulması anlamına gelen sıla-i rahim kavramıyla ifade edilir. Bu bağları kesenler veya ihmal edenler şiddetli bir şekilde kınanır (Bakara 2/27; Nisâ 4/1). Çünkü akrabalık ilişkisi kan bağına göre oluştuğundan bu yapıyı kuran bizzat Yüce Allah’tır. Bunun kesilmesi demek O’nun iradesine ve takdir ettiği fıtratına aykırı davranmak demektir. Nitekim Hz. Lut’un (as) eşcinsel topluluğun azgın saldırısı karşısında “keşke size karşı koyacak gücüm veya güçlü bir kabilem olsaydı” (Hûd 11/80) diye serzenişte bulunması kabilenin önemine işaret eder.
Yukarıda değinildiği gibi güvenlik hususunda bazen kabile birlikteliği bile yeterli olmamakta, milletler ve devletler şeklinde daha büyük organizasyonlara ihtiyaç duyulmaktadır. Nitekim “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve kadından yarattık tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, ona itaatsizlikten en çok sakınanızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir ve her şeyden haberdardır” (Hucurât 49/13) ayetinde kadın ve erkekten oluşan aile ve onların bir üst kurumsal yapısı olan kabile ve millet ifade edilmektedir. Kur’an’da tearuf olarak geçen ve tanışasınız diye tercüme edilen kavram sadece kuru bir tanışma değil; bir araya gelme, ilişki kurma ve dayanışma anlamlarını da içinde barındırmaktadır (Matüridî, Te’vilât, II, 509). Bütün bunlar insanlığın devamı için Yüce Allah’ın takdir ettiği hem başlangıç noktası hem de güvenlik şemsiyesidir. Bu konum veya yapılar kişilerin kazandığı değil, hazır bulduğu ortam, imkân ve şartlardır. Bunlar üzerinden bir üstünlük iddiası da doğru değildir, çünkü bu yapıların içinde bulunmak Allah’ın takdiriyledir. Bir insanın doğarken anne, baba, aile, kabile ve milletini seçmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla kendi katkısı veya etkisi bulunmayan bir yapıyı övünç veya yerme malzemesi kılmak anlamsız ve akıl dışı bir durumdur. Ancak Allah’ın iradesiyle oluşmuş olmaları dolayısıyla bu yapılara saygı duyulur, varlıklarının korunmasına özen gösterilir.
Anılan yapılar aynı zamanda fertler ve gruplar arasında sağlıklı ve dengeli bir işleyişi sağlamak için hiyerarşi, kanun, kural, gelenek ve görenek gibi düzenlemelere ihtiyaç duyar. Çünkü ilişkileri düzenleyen ve sınırları tayin eden diğer bir deyişle hak ve sorumlulukları belirleyen kurallar olmadan bir topluluğun bir arada yaşaması ve sürdürülebilir bir ilişki ağı oluşturması mümkün değildir. Çünkü insan, düzen ve huzuru sağlanmış bir toplumda yaşamaya muhtaçtır. Ancak söz konusu toplum, bir yardımlaşma ve çatışma (تعاون و تمانع) armonisi içerisinde kurulur ve devam eder. Toplum içinde oluşan anılan yardımlaşma ve çatışmanın sınırlarının belirlenmesi ise ya toplumsal uzlaşma veya dışarıdan bir kanun ile mümkündür. Her insan tekinin ilahî vahiy alması veya kendi kendine kanun oluşturması adeten mümkün olamayacağından toplumsal düzeni ve huzuru sağlayacak peygamber aracılığı ile Yüce Allah’ın gönderdiği bir yasal zemine ihtiyaç bulunduğu açıktır (Şehristanî, Nihâyetü’l-ikdâm, s. 238). Zaten “otorite, kanun ve nizam olmadan insanların bir arada yaşaması mümkündür” şeklindeki anarşistlerin iddiaları boş söylemden öteye geçememiştir. Zira bugün dahi bu yapıların önemi zihinlerde yerini korumakta ve yaşanılan hayatta işlevsel değerini sürdürmektedir. Bazı toplumlarda en küçük kurumsal yapı taşı ailenin çözülmesi veya bozulması sonucu nasıl vahim sonuçların doğduğu ve nüfus artış oranlarının baş aşağı gittiği, hatta ölümlerin doğumların önüne geçtiği acı bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır.
CİNSEL İHTİYAÇ
Genel olarak insanın temel ihtiyaçları “yeme-içme, giyinme ve barınma” olarak sıralanır. Bunların dışındakiler ikincil ihtiyaçlar arasında yere alır. Diğer canlılarda olduğu gibi insan da bu temel ihtiyaçlarını karşılamada önceliği kendi nefsine verir. Cinsel arzular her ne kadar bu üç temel ihtiyaç kadar olmasa da neslin devamını sağlayan bir işlev gördüğünden bütün canlılarda kuvvetli bir istek olarak ortaya çıkar. Hatta kimi zaman insan zihninde ve psikolojisinde temel ihtiyaçların önüne geçmesi bile söz konusu olabilir. Bunun olmasında cinsel ihtiyacın neslin devamını sağlamasının yanında toplumsal yaşantı ve kültürün de etkisi büyüktür. Çünkü cinsel duygu temel ihtiyaç olmadığından baskılanmaya ve geri itilmeye elverişlidir. Bunun baskılanamaması, tam tersine öne çıkması ya kişisel eğilimlerden ya eğitimden ya da toplumsal ve kültürel yönlendirmeden ileri gelebilir. Toplumsal ve kültürel yönlendirmenin yüksek olması, cinsellik hususunda önlenemez bir arzunun ortaya çıkması veya saldırganlığa dönüşmesi ihtimalini güçlendirir.
Lut kavmindeki eşcinsellerin azgın saldırganlıklarının altında yatan neden, toplumsal eğilimin ve kışkırtıcılığın bütün bireyleri etkisi altına almış olmasıdır. Bunun daha vahimi, cinsel kışkırtıcılığın doğal cinselliğe değil, bir sapma olarak hemcinslerine yönelik kültüre dönüşmesidir. Nitekim o kavimde azgınlık o boyuta gelmiştir ki, Hz. Lut’a genç erkekler görünümünde misafir gelen meleklere bile saldırı söz konusu olmuştur. Bu durum arzuların ve özellikle şehvetin nasıl bir aşırı noktaya savrulabileceğinin en çarpıcı örneğidir. Böylesi bir saldırganlığın bırakın kendi cinsine karşı olması, karşı cinse yönelik yapılması bile bir hastalık ve saplantı durumuna işaret eder. Bütün toplumlarda bu tür davranış tecavüz yani cinsel saldırı olarak nitelenir. Öyleyse her ilişkide olduğu gibi cinsel ilişkinin de doğru ve meşru olabilmesi için belli bir düzene, kurala ve rızaya bağlanması zorunluluk arz etmektedir. Bu da ancak inanç, hukuk ve ahlak ilkeleri çerçevesinde gerçekleşebilir. Çünkü cinsellik her ne kadar temel ihtiyaç olmasa da doğal ve ayrıca insanlığın devamı için gerekli bir ihtiyaçtır.
İslam dini cinselliği doğal bir ihtiyaç olarak görmüş ve meşru zemininin sağlam ve sağlıklı kurulması yönünde hukukî ve ahlakî adımlar atmıştır. Bu yüzden Müslüman kültürde şehvet ne kötülenmiş ne de teşvik edilmiş, doğal akışı içinde ve belli kurallar çerçevesinde sürdürülmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Bir diğer deyişle bir orta yol tespiti yapılmış ve doğal akışı için hukukî ve ahlakî bir zemin oluşturulmuştur. Hukukî kurallar çerçevesinde oluşturulan aile yapısıyla bu cinsel ihtiyacın karşılanması sağlanırken aynı zamanda bu yapı marifetiyle insanlığın devamı teminat altına alınmıştır. Ailenin sağlam olabilmesi için de eşler arasında sevgi, şefkat ve merhamet bağlarının kurulması gereklidir. Samimi ve fıtrata uygun evlilik bağını sürdürmek isteyenlerin iç dünyalarına Yüce Allah ilahî bir lütuf olarak bu hasletleri yerleştireceğini ayet-i kerimeyle bildirmiştir (Rûm 30/21). Bu şekilde fıtratını koruyan ve Allah’ın lütfuna layık olan eşlerin birbirine yönelik kaba bir davranış içinde olması söz konusu olmaz. Demek ki, neslin devamı ve çoğalması ancak yeni evliliklerle gerçekleşir. Her evlilik yeni ailelerin kurulmasını, kabilelerin genişlemesini ve milletlerin nüfuslarının artmasını beraberinde getirir.
CİNSELLİĞİN AMACI
İslam âlimleri, cinsel arzu olan şehvetin amacının insanlığın varlığını ve devamını sağlanma olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. İnsanın varlığı her ne kadar cinsel birliktelikle gerçekleşiyorsa da bunun sürdürülebilir olması ancak karşılıklı hak ve sorumluluk doğuracak şekilde hukuki bir düzenlemeyle mümkündür. Bu düzenleme hem cinsel arzunun amacını hem de sınırlarını göstermesi ve koruması açısından son derece önemlidir. Bu sınırlar korunmadığı takdirde amacın geri plana itilmesi ve sadece cinsel arzuların tatmini yönünde bir eğilimin öne çıkması söz konusu olabilir ki, bu da sapmaları ve saldırganlıkları beraberinde getirir. (bk. Matüridî, Te’vilât, II, 538; Fahreddîn er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XV, 58).
Kur’an’da Lut kavmi üzerinde bu kadar durulmasının nedeni, bu sapmaların ve saldırganlıkların ne denli vahim sonuçlar doğurabileceğini insanlığa göstermek içindir. Yukarıdaki ayette belirtildiği gibi evde, sokakta, hatta toplantılarda bile bu arzunun ön plana çıkarılması, konuşulması; davranışa ve eyleme dönüşmesi, bunun kişisel ve bireysel olmaktan çıkıp toplumsal ve kültürel bir sapkınlığa dönüştüğünün açık belgesidir.
O yüzdendir ki, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Fahreddin er-Razî’ye göre Kur’an’da zikredilen Hz. Lut’un davet yöntemi ve şekline bakıldığında cinsel sapkınlığa karşı uyarma ve sakındırmanın en öncelikli konu olduğu açıkça görülür. Hâlbuki bütün peygamberlerin faaliyetlerinde “Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka tanrınız yoktur” (Mü’minûn 23/32) şeklinde tevhid ve ibadete çağrı birinci planda, kötülüklerden sakındırma ise ikinci planda yer almıştı. (Mâtürîdî, Te’vilât, II, 256; Fahreddîn er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, XV, 57-58). Hz. Lut’un davetinde önceliğin değişmesi ya da eşitlenmesi, diğer kötülüklerin aksine bu sapkınlığın fıtrata müdahale anlamı taşıyor olmasındandır. Her ne kadar Hz. Nuh’un kavminde alt kesime yönelik haksızlıklar ve zulümler, Hz. Şuayb’ın kavminde ölçü ve tartı sahtekârlıkları, Hz. Musa döneminde firavunun zulmü, Hz. Peygamber zamanında kadın, yetim ve kölelere yönelik haksızlıklar önemli konular olarak görünüyorsa da bunlar doğrudan fıtratı bozmaya yönelik bir müdahale değildir. Hz. Lut’un kavmindeki sapma, insanın fıtratını bozmaya ve insanlığı yok etmeye yönelik bir girişim ve kalkışma olduğundan, doğrudan Yüce Allah’ın takdirine müdahale anlamı taşıyordu. Onun için Hz. Lut’un daveti bu noktaya odaklanmış ve tevhîd mücadelesiyle eşzamanlı ve eşit önemde bir mücadele yürütülmüştür. Çünkü bir peygamberin insanları tevhide ve ibadete çağırmaması düşünülemez. Onun davetinde bu sapkınlığa uyarının öncelenmesi, insanın bu şekilde doğallığından çıkmasının başta tevhîd olmak üzere birçok hakikate duyarsız kalması tehlikesi dolayısıyladır. Hâlbuki hakikate davette amaç, insanı önce insanlık noktasında tutmak, ardından ona hakikati anlatmaktır. Bu yüzden Yüce Allah “Kur’an’ın insanlığını unutmamış, haddini bilen ve vicdanını karartmamış kimseler için bir rehber olacağını” bildirir (bk. Bakara 2/2, 185, Lokman /3). İnsanlığını erozyona uğratan ve yok eden; kulağını, gözünü ve kalbini hakikate kapatan, aklını hakikat yolunda kullanmayan kişilere ve topluluklara peygamberin davetinin fayda vermesi oldukça zordur. Onları uyarmak da uyarmak da eşit düzeydedir ve asla yararı olmaz (Bakara 2/6, 171; Neml 27/80; Fatır 35/22). Nitekim “Kendini bilen Rabbini bilir” düsturu tersinden okunduğunda kendini bilmeyen, insanlıktan ve doğallıktan uzaklaşmış olanın Allah’ı bilmesi ve kul olduğu bilincine varması neredeyse imkânsızdır.
Lut kavmindeki doğallıktan uzaklaşma kültürel, psikolojik ve davranış bozukluğu şeklindeydi. Günümüzde ise buna biyolojik boyut da eklenerek deyim yerindeyse katmerli bir doğallıktan uzaklaşma / fıtratı tahrip etme düzeyine ulaşılmış oldu. Biyolojik müdahalelerle kadının erkeğe, erkeğin kadına dönüştürülmesi, dönüşü olmayan bir mecraya girilmesi anlamını taşımaktadır. Bu noktaya gelinmesinde Lut kavminde bulunan kültürel, psikolojik ve davranış sapmalarının bir alt yapı oluşturduğunu görmek gerekir. Bugünkü bu sapmanın çözümü ve tedavisi, büyük ölçüde Lut kavmindeki sapmanın teşhisiyle ve oradan elde edilecek bilgi ve tecrübe birikimle mümkün olur. Bu sapmalara karşı mücadele tevhid ve ibadete çağrının yanında hatta bir adım ötesinde insanlığa ve fıtrata çağrı şeklinde olmalıdır.
CİNSEL SAPMA
İnsan bünyesinde kimi birbirine zıt kimi uyumlu birçok özellik, güç ve imkân bulunmaktadır. Bunlar fıtrî ve potansiyel olarak her insanda mevcuttur. Bu potansiyel özelliklerin işlerlik kazanması, pratiğe dönüşmesi ve sonuç üretmesinde kişinin kendisi, çevresi, geçmişten devraldığı kültürel ve tarihî miras ile yetişme ortamının ve eğitimin oldukça büyük etkisi vardır. Farklı ortamlarda yetişen ikizler arasında görülen farklılıklar ancak bu şekilde izah edilebilmektedir. Kalıtımsal olarak gelen etkenlerin belli düzeyde etkisi olsa bile söylediğimiz etkenler mutlak anlamda baskın çıkabilmekte ve kişiliği şekillendirmektedir. Hz. Peygamber’in “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecusî yapar”, (Buhari, “Cenâiz”, 79, 80, 93; Müslim, “Kader”, 22-25). hadîsi bu etkiye işaret etmektedir. (bk. İbrahim Gürses, Dindarlık ve Kişilik, Bursa: Emin Yayınları 2010, s. 22).
Söz konusu bu özellik, güç ve imkânların üst ve alt seviyeleri diğer bir deyişle dip ve tavan şeklinde uç noktaları bulunmaktadır. Bu aşırı uçları eskiler ifrat ve tefrit kavramlarıyla ifade etmişlerdir. Bu aşırılıklar kişinin ya sinikleşme ve tükenmişlik psikolojisine girmesine ya da azgınlık ve saldırganlık tutumu takınmasına yol açar. İşte bu özeliklerden biri olan şehvetin de pasifleştirilmesi veya aşırı dozda kullanılması mümkün ve muhtemeldir. Nitekim şehvet tamamen veya kısmen bastırıldığında insan neslinin devamının tehlikeye girmesi yanında diğer arzuların da paralel olarak baskılanması ve pasifleştirilmesi söz konusu olabilir. Öte yandan cinsel arzuların aşırı boyuta taşınması saldırganlığa, karşı cinslere yönelik eziyete ve hatta hemcinslerine yönelik cinsel ilişki talebine kadar gitmektedir. Bu sayılanlar tam anlamıyla şehvet bakımından sapma, azgınlık ve aşırılıktır. Bunun sistematik hale dönüşmesi ise zulümdür. Bu duruma hayvanlardan örnek vermek gerekirse şehevî özellikleri yok edilen boğalar, öküze dönüşmekte ve sadece bir hizmet aracı konumuna indirgenmektedir. Öküzün sığır cinsinin devamını sağlaması gibi bir işlev görmesi imkânsızdır. Kontrol altına alınmayan boğalar ise zapt edilemez ve beklenmedik zararlara yol açabilmektedir. Beslenme yöntemi ve kışkırtıcı eğitimler verilen azgınlaştırılmış boğaların sahne aldığı oyunlarda bu durumu net olarak görmek mümkündür. İnsan akıllı, iradeli ve planlama yeteneği bulunan bir varlık olduğuna göre şehevî bakımdan duracağı noktayı ve takip edeceği çizgiyi doğru ve sağlıklı belirlemesi gerekir. Ne öküz gibi olmak ne de azgınlaştırılmış boğaya dönüştürülmek insan şahsiyetine ve kimliğine uygun düşmez.
Diğer özellikler ve imkânlarda olduğu gibi İslam dini, şehvetin dengeli, sağlıklı ve fıtrata uygun işlev görmesi noktasında düzenleme yapmış ve uygulamanın bu düzenleme çerçevesinde yürütülmesini istemiştir. Bu düzenlemeyle İslam hem kadını hem de erkeği korumayı, aile kurumunu ayakta tutmayı; toplumların, milletlerin ve insanlığın devamını sağlamayı hedeflemiştir. Karşı cinlerin ilişkisi Allah’ın insanlığa bir nimetidir çünkü adetullah gereği insanlığın devamı buna bağlı kılınmıştır. Bu tür ilişkinin haram olması, kanun ve hukuk dışına çıkılmasıyla gerçekleşir. İslam’da haram olan zina işte bu kanun ve hukuk dışı ilişkinin adıdır. Erkek erkeğe veya kadın kadına ilişki ise ne doğaldır ne de Allah’ın murat ettiği fiildir. Çünkü bunda şehvetin hoyratça tatmin edilmesi dışında bir faydası da yoktur. Bu şekilde şehvetin tatmin edilmesi ise hem doğallığa hem de insan fıtratına aykırıdır. Bu yüzden bunun haramlığı sadece dinen değil, aynı zamanda akıl bakımındandır. İmam Matüridî daha ileri bir adım atarak “bu konuda ilahî bir yasaklama olmasa bile akıl bu tür sapmayı haram kılardı” demektedir. Dolayısıyla karşı cinslerin ilişkisi nasıl ki doğal olarak normal ve helal ise hemcinslerin ilişkisi anormal ve haramdır. Karşı cinslerin ilişkisi doğal olduğu için ona dönük helal kılacak bir hukuki düzenleme yapılabilir ancak hemcinslerin ilişkisi akla ve fıtrata aykırı olduğu için normalleştirici bir düzenleme yapılması söz konusu edilemez. (bk. Matüridî, Te’vilât, II, 256, 542; III, 58). Çünkü bu, bir erkeğin kadına, bir kadının erkeğe dönüştürülme teşebbüsü gibidir. Teşebbüs diyoruz çünkü bu işlemin sonucunda ortaya ne kadın ne erkek olan yeni ve belirsiz bir figür çıkmaktadır. Bu tür iş ve işlemlerin haramlığı akıl bakımından düşünmeyi gerektirmeyecek derece açık ve nettir. Öte yandan Hz. Lut’un kıssasında ortaya konulan ilahî irade bunun haramlığının en açık ve kesin delilidir.
HELAKİN SEBEBİ
“Yüce Allah, dünya hayatında hiçbir kavmi sadece küfrü ve şirki dolasıyla helak etmez. Ancak peygamberleri öldüren veya onlara zulmeden, başkalarını küçük gören, ezen ve sistematik haksızlık yapan; aklın kötü gördüğü ve dinin haram kıldığı fiilleri ısrarlı ve inatçı bir tavırla işleyen, bu batıl tutum ve davranışlarını hayat tarzı ve kültüre dönüştüren bazı kavimleri peygamberlerin duasıyla Yüce Allah helak etmiştir.” (Matüridî, Te’vilât I, 403; II, 257).
Hz. Lut’un davette bulunduğu kavme bakıldığında cinsel azgınlıklarını ısrarlı ve inatçı bir şekilde sürdürdükleri ve bunu toplumsal davranışa ve kültüre dönüştürdükleri bir gerçektir. O yüzdendendir ki Hz. Lut’un cinsel sapkınlıktan onları sakındırma daveti öncelik arz etmiştir. Buna rağmen o kavim çirkin arzularına, azgın taleplerine ve saldırganlıklarına devam ettiği için helaki adeta kendileri çağırmışlardır. Çünkü bütün çaba ve ısrarına rağmen Hz. Lut’un (as) uyarıları onlara fayda vermemiş, üstelik onlar onu ve inananları istenmeyen kişiler ilan etmişlerdir.
Helak olayının gelişimini şöylece özetlemek mümkündür: Hz. Lut’un evine misafir olarak gelen melekler güzel ve alımlı oğlanlar suretindeydiler. Böyle bir surette gelmeleri Sodom halkının düştüğü sapkınlık çukurunun derinliğini kendilerine göstermek içindi. Aslında bu onlara yönelik son bir uyarı ve sınamaydı. Çünkü onlar, artık fertlerin kimliğine ve kişiliğine bakmaksızın herkesi birer şehvet objesi olarak görmeye başlamışlardı. Şehre gelen misafirler veya yolcular bile onların bu şerlerinden nasiplerini alıyorlardı. Nitekim alımlı oğlanlar şeklinde şehre giren meleklere tam da beklendiği gibi davrandılar; ev sahibinin direnmesine hatta yalvarmasına rağmen onlara sarkıntılık yapmaya kalkıştılar. Hz. Lut’un “Allah’tan korkun! Beni misafirlerimin yanında küçük düşürüyorsunuz. İçinizde hiç aklı başında kimse yok mu?” (Hûd 11/78) uyarıları da fayda etmedi. Çünkü onların şehvetten uyuşmuş kafaları, onun ricasını veya bir misafire gösterilmesi gereken saygı ve nezaketi kavrayacak durumda değildi. Aslında gelenlerin melek olduğunu Hz. Lut’un kendisi de bilmiyordu. O bir yandan koca şehir halkının düştüğü duruma üzülürken diğer yandan misafirlerine bir zarar gelmesinden endişeleniyor ve bu şekilde küçük düşürülmesi karşısında elinden bir şey gelmemesine hayıflanıyordu. Bu halet-i ruhiye içerisinde canhıraş, misafirlerini gözü dönmüş bu şehvet budalalarından kurtarmaya çalışırken melekler, gerçeği ve onların akıbetlerini Hz. Lut’a açıkladılar. Artık bu kavim hakkında hüküm verildiğini ve şafakla birlikte helak edileceklerini haber verdiler. Bunun için derhal yakınları ve inananlarla birlikte arkalarına bakmadan fecir vaktine kadar güvenli bir yere ulaşmalarını tembih ve tavsiye ettiler. Kavminin kötü adet ve huylarını hoş gören karısı hariç, Lut ve inananlar bu ilahî ikaz doğrultusunda şehri hemen terk ettiler. Şafak vakti geldiğinde bölgede büyük bir sarsıntı meydana geldi, gökten taşlar düşmeye başladı ve şehir alt üst oldu. (bk. Cağfer Karadaş, Hidayet Rehberleri Peygamberler, Bursa: Emin Yayınları 2013 s. 75-78).
SONUÇ
Kötülüğü, zulmü ve sapmayı dip noktasına vardırmış, bunları bir yaşam tarzı ve kültüre dönüştürmüş bir topluluktan iyi, güzel ve fayda beklemek mümkün olmadığı gibi, onların Rablerini tanımalarını, O’na şükranda bulunmalarını ve ahireti hatırlamalarını beklemek de mümkün değildir. Aslında bunlar kendilerini tüketecek, toplumu ifsat edecek ve insanlığı kökünden yok edecek bir zemini elleriyle hazırlamışlardır. Onların hikâyesinin Kur’an’da bu netlikte anlatılması ve kötülüklerine işaret edilmesi gelecek milletlere yönelik örnek uyarı olması bakımındandır. Onlara verilen ceza genelde ölmek ve dünya hayatının bitmesi olarak görülür. Özellikle materyalist bakış açısına sahip olanlar için öte dünya olmadığından ölüm bir ceza olarak değerlendirilir. Hâlbuki ölüm herkes için doğal bir sonuçtur. Kimi normal, kimi kaza sonucu, kimi afetlerde kimi bir katilin kurşunuyla ölür ama herkes ölür. Peygamberler için bile Kur’an’da “ölme ve öldürülme” ihtimalinden bahsedilir (bk. Âl-i İmrân 3/144). Ne geçmişte ne bugün yaratılmış varlıklar içinde ölümden kurtulan kimse olmamıştır. Eğer Hz. Lut kavminin ölümü yaptıkları suçun cezası olsaydı, onlar için bu bir kurtuluş olurdu. Cezanın caydırıcı olmanın yanında mağduru tatmin eden, haklarını karşılayan ve zararlarını telafi eden bir yönünün de bulunması gerekir. Bütün bunlar ilahî adaletin tecelli edeceği büyük mahkemeyle sağlanabilir. Öyleyse kâfirlerin, müşriklerin, isyankârların, inkârcıların, zalimlerin ve katillerin cezaları eğer bu dünyada verilmediyse öte dünyada eksiksiz olarak kesilecektir; mağdurların da tüm haklı beklentileri karşılanacak ve uğradıkları zararlar giderilecektir.