Bireyselleşen İnsan

*Prof. Dr. Asım Yapıcı


“Bireyselleşen insan” ifadesi, daha önceki bir dönemde insanın henüz bireysel bir varlık olmadığını belirtir. “Acaba bu ifadede geçen bireyselleşmeden maksat nedir?” Öncelikle bu soruyu cevaplandırmak gerekir. Zira insan, hayatını devam ettirme bakımından kendini yani birey oluşunu önceleyen bir varlıktır. Örneğin elem ve haz, her zaman bireysel deneyimlenen öznel duygulardır. Acı ve mutluluk “ego” yani “ben” tarafından yaşanmaktadır. Ancak “ben”den farklı olarak “benlik” dış dünya ile etkileşim sürecinde oluşur. Bu anlamda benlik, kişinin kendisi ve sosyal çevresi tarafından inşa edilmiş bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna “benlik tasarımı” ve/veya “ayna benlik” diyebiliriz. Benlik tasarımı ve/veya ayna benliği tarafından kişi, kendini nasıl algılayıp anlamlandırırsa “ben”inin deneyimlediği olaylar karşısında haz veya elem hissetmesi değişebilir. Zira algılanan ve hissedilen yani tecrübe edilen hadiseler, aile başta olmak üzere tüm toplumun hatta kanunların, devletin ve dinin belirlemelerine göre yaşanır. Keza sorumluluk, özgürlük, anlam, hakikat, din ve ahlak gibi olgular -bilinçli ya da bilinçsiz şekilde- bireyin dış dünyayla kurduğu etkileşimle gerçekleşir.

“Bireyselleşen insan” denince şayet “cemiyet içinde fert”, “toplum içinde birey” olma bilincini idrak eden insanlar anlaşılıyorsa, bireyselleşme olumlu anlamda gelişimsel bir değişim olarak değerlendirilir. Kendi ayakları üstünde duran, içinde yaşadığı topluma uyum sağlayan ancak yeri geldiği zaman dış dünyada gözlemlediği hatalarla, yanlışlarla meşru ölçüde mücadele eden her insan hem kişisel gelişimine hem toplumsal ilerlemeye destek vermektedir. Bu anlamda cemiyet içinde fert olmak, istendik bir davranış kalıbı ve yaşam biçimidir. Şayet cemiyet içinde erime yani kişiliksizleşme söz konusu olursa böyle bir durumda bireyden söz edilemediği gibi toplumsal yapıda da donukluk ve gelişime kapalılık tezahür eder. Zira gerek bireysel gerek toplumsal gelişme sadece memnuniyet duygusu ile sağlanamaz; memnuniyetsizlik, huzursuzluk hatta zaman zaman öfke hali yeni arayışları harekete geçirir. Arayışın olmadığı yerde bilişsel denge ve sosyal uyumun verdiği rahatlık, zihinsel konforu tahkim eder.

Bireyselleşme derken toplulukçu zihniyet kötülenip salt ferdiyetçilik yüceltiliyorsa bu durumda ideolojik bakışlar devreye girmekte; kimileri mezkûr süreci iyi ve olumlu, kimileri ise kötü ve olumsuz olarak değerlendirmektedir. İyi ve olumlu değerlendirenler; din, tarih ve geleneğin şahsiyetsizleştirdiği insanın modernlikle birlikte kişilik kazandığı iddiasındadır. Düşünen benin yüceltildiği Kartezyen yaklaşım, zihinsel faaliyette bulunmayı bireysel varlığın anlam ve amacı haline getirmiştir. Akıl ve kalbin ayrışması insanın bireyselleşme serüveninde merkezi öneme sahiptir. Akıl-kalp vahdeti parçalanıp aklın kutsanması bir yönüyle ilmi faaliyetleri hızlandırıp bilimsel gelişmeleri olumlu yönde etkilese de diğer yönüyle akla ölçü ve ayar veren kalbin edebiyat, teoloji ve ahlak kitaplarında nostaljik bir anlam kazanmasına sebebiyet vermiştir. Özü itibariyle bir inşa faaliyeti olan bilim gerek Kartezyen felsefenin gerek rasyonalizm ve pozitivizmin etkisiyle insanların benlik tasarımlarına yeni bir anlam ve muhteva kazandırmıştır. İdrak eden ben yüceltildikçe gelenek, din, hukuk, ahlak ve insan tasavvuru yeni benlik modeliyle kurgulanmaya başlamıştır. Keza, aklın öncülüğünde deney ve gözlem ile üretilen bilgi tanrısallaştırıldıkça zihne verilen değer daha fazla artmış, benliği daha da güçlendiren bu durum bireyselleşmeyi insan onuruna yakışan bir olgu olarak dayatmaya başlamıştır. Ancak salt bilimsel zihniyet üzerine kurulan bu yeni dünya, insanlara bireyselleşmeyi dayattıkça anomi, yalnızlık, depresyon ve intihar hadiseleri de artış göstermiştir. Psikolojinin 1950’lere kadar daha ziyade patolojik vakaları önceleyen bir bilim olarak gelişimi sürdürmesi bu anlamda değerlendirilebilir. 1950’lerden sonra varoluşçu, hümanistik ve pozitif psikoloji akımlarının, 1980’lerden sonra ise duygusal zekâ gibi kalbi ve değerleri daha fazla vurgulayan yaklaşımların ön plana çıkması aşırı bireyselleşmenin getirdiği zararları telafi etmeye yöneliktir. Çünkü bireyselleşme olgusu da değişen şartlara göre yeni bir şekil kazanmaktadır. Esasen sunulan benlik tasarımları değiştikçe insanın kaygıları, korkuları, umutları, hayalleri ve arzuları da farklılaşmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla değişen dünyanın dayattığı benlik algısı, insanın daha fazla bireyselleşmesine neden olmaktadır. Bu süreçte öz saygı patlamasını özellikle vurgulamak gerekir. 1960’lardan 2010 yılına kadar psikoloji temelli çalışmalarda doğrudan ya da dolaylı olarak özsaygının bir değişken olarak kullanılması kurgusal anlamda bireyselleşmenin bencilleşmeye doğru evrilmesini destekleyicidir. Sadece bilimsel çalışmalar değil aile, okul ve medya başta olmak üzere hemen hemen her ortamda birey olmak öylesine yüceltilmişti ki bireyselleşemeyen insanlar adeta zihinsel ve duygusal anlamda evrimini tamamlamamış ya da en hafif tabirle henüz kendisi olamamış zayıf ve zavallı varlıklar gibi algılanmıştır. Bireyselleşen insanın benlik tasarımı ile henüz bireyselleşemeyenlerin benlik tasarımı arasındaki gerilim, doğal olarak bireyselleşenler lehine çözülmüştür. Yine de şu hususun altını çizmek gerekir ki cemiyet içinde fert olabilme anlamında bireyselleşme, özellikle rasyonel düşünceye sahip dindar bireyler arasında belli oranda rağbet bulmuştur. Bununla birlikte toplulukçu ruhu önceleyerek bireyselleşmeye direnenler de her zaman var olagelmiştir. Direnenlerin bir kısmı söylemsel, bir kısmı ise davranışsal düzeyde karşıtlıklarını dile getirse de bunların az da olsa  bireyselleştiği söylenebilir. Çünkü dış dünyanın sunduğu benlik tasarımı, ister istemez ego/ben sisteminde karşılık bulur.

Bireyselleşen insan, kendisini sosyal aidiyetleriyle değil kişilik ve kendilik algısıyla tanımlamayı tercih eder şeklinde dile getirilen bir yaklaşım, daha isabetli gibi görünüyor. Aidiyetler, kişiye bir yandan aşinalık ve güvenlik duygusu kazandırsa da öte yandan ötekine karşı ön yargı, ayrımcılık ve çatışmayı harekete geçiricidir. Zira etnosantrizm ve partikülatizm gibi üstünlüğü ve mutlak kurtuluşu sosyal aidiyetlerinde arayanlar, kişilikleri yerine kimliklerini öne çıkarmayı tercih ederler. Geleneksel toplumlarda dinî, modern toplumlarda ise millî kimlikler başat faktöre dönüşünce, değişen benlik tasarımına göre insanların aidiyet vurguları az ya da çok farklılaşmaya başlamıştır. Ancak aidiyet bilincinden beslenen sosyal kimliklerin özellikle post modern dönemde ciddi bir sarsıntı geçirdiği söylenebilir. Anlaşıldığı kadarıyla geleneksellikten modernliğe, modernlikten de post modernliğe evrilme sürecinde insanların benlik tasarımları farklılaşmakta, toplulukçu bilinçten ferdiyetçiliğe oradan da bencilleşmeye doğru hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır. Vurgulamak gerekir ki bu tür yargılar, aşırı genelleme içerdiği için yanıltıcı olabilir. Her insan bencil, egoist ve narsist değildir. Ancak modern insanın bireyselleşmesi nasıl belirgin bir hal almışsa post modern insanın bencilleşmesi de en azından gözlenebilir bir eğilime dönüşmüş gibidir.  

Öncelikle şu hususun altını çizmek gerekir: İnsan, fizyolojik bakımdan değişim ve dönüşüme maruz kalmamıştır. Bu anlamda fizyolojik bakımdan bir mutasyondan bahsetmek mümkün değildir. Bununla birlikte insanın duygusal ve zihinsel anlamda bir değişim ve dönüşüm yaşadığı ya da halen yaşamakta olduğu iddia edilebilir mi? Geleneksellikten modernliğe ve post modernliğe doğru evrilme sürecinde insanın dünya görüşü, hayat anlayışı ve değer yargıları acaba bir dönüşüme uğramış mıdır? Bu soruların izini sürmek, bireyselleşen insanı ya da yeni insanı anlama bakımından önemlidir.

Genelden özele bir hareket tarzıyla sosyolojik değişimlerin bireysel yansımalarını değerlendirebilmek için öncelikle zamanın ruhu kavramından hareket etmek işlevsel alabilir.

Lev Vygotsky ve Kurt Lewin’den etkilenerek ekolojik sistemler kuramı geliştiren Urie Bronfenbrenner’a göre birey; fiziksel, toplumsal ve kültürel çevre içerisinde karşılıklı etkileşimle şekillenmektedir. Bu yaklaşıma göre insan gelişimi; “mikrosistem”, “mezosistem”, “ekosistem”, “makrosistem” ve “kronosistem” şeklinde iç içe girmiş beş katmandan oluşmaktadır. Buna göre bireyin gelişimi; anne baba tutumu, ailenin mesleği ve ailenin iletişim içinde olduğu insanlar tarafından etkilenebileceği gibi toplumsal inançlar, değerler, gelenekler, ideolojiler, teknolojik gelişmeler ve savaşlardan da etkilenebilmektedir. Bilhassa küresel bir köye dönen dünyada zaman ve mesafenin anlamını yitirmeye başlaması hâkim kültür ve ideolojiler tarafından tek yönlü etkilenmeyi beraberinde getirmiştir. İsmet Özel’in “Doların dalgalanmasına bırakıldı bu çağda ölüm.” dizesi ekosistem bağlamında oldukça manidardır.

Devrin ruhu, çoğu kere çocuk yetiştirme biçimiyle ve ebeveyn tutumuyla sıkı ilişki içindedir. Bu anlamda hiçbir insan, içinde büyüdüğü dünyanın ve toplumun hayat anlayışından, sosyokültürel ve sosyopsikolojik etkilerinden uzak değildir. Her insan, çağının ve kültürünün ürünüdür. Daha açık bir ifadeyle doğduğumuz dönem, karakterimizi ailemizden daha fazla etkilemektedir. Hatta insan içinde yaşadığı çağa, ebeveynine benzediğinden daha çok benzemektedir. Aslında devrin ruhu aileyi ve ebeveyni o günün şartlarında belli düzeyde biçimlendirmekte, çocukların eğitimi de bu çerçevede önceki nesilden az ya da çok farklılaşmaktadır. Dünün çocukları bugünün ebeveynleri olunca yine değişim süreci yaşanmakta, her nesilde bu durum katlanarak devam etmektedir. Bu süreçte teknoloji, değişim ve dönüşümün motor gücü haline gelmektedir. Esasen her teknoloji beraberinde kendi ahlakını ve dünya görüşünü getirirken gencinden yaşlısına her insan bu süreçten belli düzeyde etkilenmektedir. Daha açık bir ifadeyle değişen dünya her geçen gün insanı dönüştürmekte fakat o, çoğu kere bu değişimi idrak edememektedir.

İnsanın bilişsel ve duygusal değişimini üç toplum yapısı ve bunlara eşlik eden üç insan tipiyle özetlemek mümkündür.

Geleneksel toplumdan modern ve post modern topluma doğru değişim sürecinin motor gücünü makineleşme ve dijitalleşmeye bağlı teknolojik gelişmelerdir. Kırsaldan kente doğru göçü artıran bu durum önce bireyselleşmeyi daha sonra da bireyciliği beslemiştir. Bu değişim, doğal olarak ailenin de yeni bir yapı ve işlev kazanmasını beraberinde getirmiştir. Geleneksel dünyada hayatın anlamını oluşturan “din”, “sosyal kimlik/aidiyetler” ve “aile” modernlik ve post modernlikte ciddi bir sarsıntıyla karşı karşıya kalmıştır. İlk sarsıntıyı geleneksel dünyada hakikatin ölçüsü olarak kabul edilen tanrı ve vahiy yani din kurumu yaşamıştır. Bu sarsıntı modern dönemde dinin yerine ikame edilen akıl (rasyonalizm) ve bilim (pozitivizm) ile kısmen doldurulsa da post modern dönemde hakikatin parçalanmasıyla bireyin kendisi hakikat olarak görmesine neden olmuştur. Süreç, dinden bağımsızlaşan hukuk ve ahlakın bile önce akıl ve bilime nihayet bireysel hak ve özgürlüklerin öncelenmesine doğru evrilmiştir.

Geleneksel dinin etkisi azaldıkça, günah algısı ve duygusu zayıflamış ancak ruhsallık/maneviyatçılık (spiritüellik) arayışı belirginleşmiştir. Burada söz konusu edilen ruhsallık kısmen kurumsal dinle ilişkili olsa da genelde kurumsal ve geleneksel dine karşı salt bireysel maneviyatçılık şeklinde belirginleşmektedir. Öyle ki yaygınlaşma oranları farklı olsa da Türkiye dahil dünyanın pek çok yerinde dinimsi, yarı dinî ya da din dışı ruhsal öğreti hareketlerinde fark edilir bir artış gözlenmektedir. Böylece insana tanrısız ya da zayıflatılmış bir tanrı (hümanist tanrı ya da deistik tanrı) imajıyla aşkınlık içeren bir duygu alanı açılmıştır. Geleneksel dönem insanları Tanrı’nın talep ettiği kâmil insana ulaşmaya çalışırken post modernlikle birlikte yaşamı kolaylaştıran, bireysel hazları önceleyen, sürekli mütebessim ve sevgi dolu tanrı imajı yaygınlaşmaya başlamıştır. Örneğin Hıristiyanlar 1950’lere kadar Hz. İsa’nın sadece sevgi dolu değil aynı zamanda cezalandırıcı vasfı olduğunu söylerken artık Hz. İsa sadece seven bir tanrı olarak algılanır olmuştur. Müslümanlara arasında da “seven Tanrı” anlayışı hızla yayılmaktadır. Son yıllarda gençlerin deizme doğru kaydığı tartışması bu bağlamda değerlendirilebilir. Kanaatimizce gençler teknik anlamda deist değildir. Ancak onlar, kural koymayan, yaşamı kısıtlamayan, sürekli haramlarla hazların yaşanmasına engel olmayan hümanist bir tanrıya inanmak istemektedirler. Burada söz konusu edilen Tanrı imajı, sevgi, rahmet, koruma, kısaca her an yarattığı varlığın yanında olan çok güçlü bir dosta dönüşmüş gibidir. Bu husus önemlidir: Zira tanrı imajının değişimi bir kere gelinen bu dünyada hazları doyasıya yaşama arzusunun önünü açıcıdır. Bu çerçevede Philippe Ariés’in modernlikle başlayan haz merkezli bir hayatta “yasaklanan ölüm” kavramını öne çıkarttığını görmekteyiz. Bauman ise daha post modern bir görüntü arz eden insanlar arasında hazzın hemen yaşanması gerektiği yönünde bir düşünce ve tutkunun oluştuğunu, zira ertelenen hazzın yaşanmayan haz olarak kabul edildiğini vurgulamaktadır. Cinsel özgürlük arayışı ve cinsellikte sınır tanımama bu bağlamda değerlendirilebilir. Modern ve post modern insanın mutlak anlamda özgür olmadığını söyleyen Bauman’a göre insanın sadece din eleştirisi ve cinsel serbestlikte özgürdür. Esasen din eleştirilmeden cinsel açıdan özgür olmak da mümkün değildir. Nikahsız birlikteliklerin ve patolojik cinsel eğilimlerinin artması, evlenme oranlarının ve çocuk sayısının azalması, evlenme yaşının ve boşanma oranlarının yükselmesi bu bağlamda dikkat çekicidir. Teknolojik gelişmeler bu hususta yönlendirici başat bir role sahiptir.

İnsanın bireyselleşmesi kimlik ve benlik krizlerini sürekli canlı tutmakta, yedisinden yetmişine pek çok insan inanç, ideoloji ve cinsellik temelli krizler yaşamaktadır. “Bir defa geldiğim hayatı doyasıya yaşamak istiyorum.” şeklinde özetleyebileceğimiz arzu patlaması; insanların bilişsel ve duygusal dengelerini bozmakta, bu da hayatın anlamını hedonik tutkularda aramayı beraberinde getirmektedir. İster karşı cinse yönelik isterse arkadaşlık ilişkilerinde olsun insanlar arası ilişkilerde kayıtsız bağlanma (İyi ve değerli olan sadece benim) stilinin artması hem ben merkezci bir yaşam arzusunu beslemekte hem de bu arzu kayıtsız bağlanmaları takviye edici bir rol üstlenmektedir. Esasen bireycilik de bunu gerektirmektedir. Şu hususu da ilave etmek gerekir ki özellikle özgürlük alanında yaşanan değişim, bireyselleşmenin ulaştığı noktayı gösterir mahiyettedir. Geleneksel insan; köle olmamayı, başkasına bağımlı yaşamamayı ve kendi ayakları üstünde durmayı öncelerken modern insan; “Kimse bana istemediğim bir şeyi yaptıramaz.” düsturuyla hareket etmektedir. Bu düstur ile hareket edenler bireysel davranmayı vurgulamaktadır. Post modern insan ise “İstediğimi yaparım, bana kimse karışamaz.” diyerek devrin ruhunun dayattığı benlik tasarımından hareketle bencilleşmeye hatta narsisizme doğru ilerlemektedir.

Hayatın anlamı ve amacının geleneksel insanın anlam ve amaç tasavvurundan farklılaşması, anne ve babaları mutlu eden hususların yeni nesilleri mutlu etmeye yetmemesi mutsuzluk çığlığı eşliğinde stres, kaygı ve depresyonun artmasına neden olmaktadır. Tam da bu noktada mutluluk endüstrisi arayışlarının ön plana çıktığını görmekteyiz. Bedensel olarak güzel görünmek, estetik ameliyatlar, deneyime açık yaşamak arzusu ve yaşam tarzını ifşa etme (görünür olma) tutkusu bireyci dünya görüşünü sürekli pekiştirmektedir.

Kâbe’yi tavaf ederken yahut şeytan taşlarken öz çekim yapılarak bunların sosyal medyada paylaşılması, ibadet anında bile görünür olmanın dayanılmaz hafifliği olarak değerlendirilebilir. Elbette görünür olmak sadece ibadet mekanlarıyla sınırlı değildir. Yeni deneyimler, yeni ilişkiler, özendirici sofra ortamları, yatak odası görüntüleri, sevgili yahut eş ile sarmaş dolaş fotoğraflar gibi pek çok husus, başkalarıyla paylaşıldıkça anlamlı ve değerli hale gelmektedir. Takipçiler tarafından yapılan her beğeni adeta olumlu pekiştirme etkisi göstermekte, dolayısıyla en çok pekiştirilen paylaşımlara benzer paylaşımlar daha fazla artmaktadır. “Düşünüyorum o halde varım.” cümlesi sanki “Göründüğüm kadar varım.” şekline bürünmüş gibidir. Dolayısıyla dijitalleşen birey, görünür değilse sanki bir varoluş kaygısıyla boğuşmaktadır. Zira çağın sunduğu benlik tasarımı ona bu düşünceyi dayatmaktadır. Ancak görünürlük de yeterli olmamakta, paylaşımların izlenmesi/takip edilmesi ve onaylanması bireysel varlık duygusunu güçlendirmektedir. Hatta görünür ve beğenilir olma arzusu, geleneksel medyanın yerine bireysel medyanın oluşumunu beslemektedir. Öyle ki insanlar her geçen gün kendi medyasının yapımcısı, programcısı, içerik üreticisi ve sunucusu haline gelmektedir. İnsani anlamda değerli olan ile önemli olmanın birbirine karıştığı sanal mecralarda takipçi sayısı çok olanlar hayranlıkla izlenmektedir.

Dijital kültür, kendi ahlakını beraberinde getirmekte, aile, arkadaş ve iş ortamlarında hatta kırmızı ışıkta beklerken akıllı telefonlarla sosyal medyada gezinme (beğeni yapma, sadece izleme, paylaşımda bulunma, beğeni bekleme vs.) şeklinde yeni davranış kalıpları ortaya çıkmıştır. Bu noktada mahremiyet ile görünürlük arasında sıkışmışlık, özgürlük ile güvenlik arasında bocalama, nihayet yaşanan risk algısı nedeniyle denetimin artması ve aşırı korunaklı sitelerde yalnızlaşma gibi olgular insanın bireyselleşme sürecinden bireyciliğe doğru savrulmasını beraberinde getirmektedir. Dünya değerler araştırmasında Türk toplumunda her on kişiden birinin diğerine güvendiği şeklindeki bulgular bu çerçevede oldukça manidardır. Diğer insanlara güvenmemek hem toplumsal bağları zedeleyicidir hem de beşerî ilişkileri benlik güdümlü bir yönelimle sürdürme eğilimini kuvvetlendiricidir. Gerçi her insan bu eğilimi aynı şiddet ve yoğunlukta yaşamamaktadır. Esasen pek çok insan -farkında olarak ya da olmayarak- güvenmekle güvenmemek arasında bocalamaktadır. Güvensiz toplumsal ortamlar doğal olarak tekinsizlik duygusunu pekiştirmektedir.

1900’lü yılların başlarında Muhammet İkbal “Batı insanı kalbini, doğu insanı aklını kaybetti.” diyordu. 2000’li yıllarda daha farklı bir dünyaya doğru yol alıyoruz. Kanaatimce “Günümüzde insan akıl ve kalbin ötesinden iç güdüleriyle hareket etmektedir.  İç güdülerin de dini ve ahlakı yoktur.” Cinsellik ve saldırganlık başta olmak üzere “id” (alt benlik) insanı diğer canlılarla birleştiren bir özelliğe sahiptir yani her varlıkta sürekli ve sınırsız doyum peşinde koşan “id” (hayvani nefs) mevcuttur. “İd”in arzularını yasaklayan kısmen vicdan olarak tanımlayabileceğimiz “süper ego” din, ahlak, değerler ve kültürün içselleşmesiyle oluşur. Post modern insan, süper egosunu askıya almış gibidir. Bu durumda insan, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilse de bu bilgisini davranışa dönüştürmekte zorlanır. Bu zorlanma arttıkça helal haram şemaları flulaşmaya başlar. Süper egosu zayıflayan birey, içinde yaşadığı kültürün ve inandığı dinin etkisini daha az hisseder hale gelir. Neticede bencilleşme yaşandıkça inançlara, değerlere, çevreye ve doğaya karşı duyarsızlaşma olgusu dalgalar halinde yayılmaya başlar. Benlik tasarımı, inanç ve gelenek aktarımı ile değil iç güdü patlamasının normalleşmesi ile şekillenir. Hatta iç güdülerini sıkı bir kontrole tabi tutanlar zaman zaman “ruhsal rahatsız” olarak nitelendirilir. Oluşturulan hümanist tanrı imajı da insanın iç güdülerini yaşamasının değil bastırmasının günah olduğunu telkin eder. Hukuken suç olmamakla birlikte dinin günah, ahlakın kötü kabul ettiği davranışlar “Allah, beni böyle yarattı. Bu yaratılışı değiştirmeye çalışırsam, o zaman Allah’a karşı gelmiş olurum.” tarzı ifadelerle meşrulaştırılır.

Hedonik arzular ve beklentiler az ya da çok geleneksel, kitabi ve modern dindar olarak tanımlanan bireylerde de gözlenmektedir. Türk toplumunun dünyanın en dindar toplumları arasında yer aldığı, bununla birlikte Türk insanının dini bu dünya için değil ahiret için yaşamaya çalıştığı yönünde anket bulguları ziyadesiyle çarpıcıdır: Dünyada en az kuralla, en az yasakla yaşanmalı, ancak ibadetler ifa edilerek ahiret mutluluğu da kazanılmalıdır. Hazlarından feragat etmeyen insan, çağın ruhunu dayatan benlik tasarımıyla sadece dünyaya odaklı bir yaşamı kutsamaya ve hedonik arzuları yaşamın anlamı ve amacı haline getirmeye başlar. Bu süreçte dinî inanç ve uygulamalar çoğu kere uhrevi alana indirgenir. Aşırı bireyselleşerek bencilleşen inançlı insanların bir kısmı, dinî inançları ile davranışları (dünyevi yaşantı) arasında bilişsel ve duygusal çelişki yaşar. Bu çelişki ya inançların davranışlar lehine değiştirmesiyle ya da inanç ve davranışın öz ve işlev bakımından birbirinden ayırt edilmesiyle çözümlenir. Davranışların inançlar lehine dönüştürülmesi de söz konusu olabilir. Ancak bu durumun gerçekleşmesi, devrin ruhunun dayattığı benlik tasarımının reddi ile mümkündür. Anlaşıldığı kadarıyla neo liberal kapitalizme ve Anglosakson yaşam tarzına eklemlenme devam ettikçe Amerikan insan modeli revaçta olmaya devam edecektir.

Post modern dönemde yeni insanın ruhsallık temelli hümanist bir tanrı tasavvuruna sıkı sıkıya bağlanma eğilimi, değer üreten dindarlıklardan psikolojik dinselliklere doğru geçişi kolaylaştırmaktadır. Güçlü olanın ayakta kaldığı, bencillik eğiliminin kuvvetlendiği bu yeni dünyada kimlikten benliğe doğru bir yönelim yaşanmaktadır. Bu yönelim hem bireyselleşme hem de bencilleşmeyi tetikleyicidir. Şu hususun altını da önemle çizelim: Bireyselleşme “cemiyet içinde fert” olmaktan “cemiyete rağmen fert” olma şeklinde birbirini dışlayan ikili bir insan tipini imlemektedir. Şayet bireyselleşme, insanın kendini biçimlendiren sosyokültürel baskılardan ve toplumsal yapıda eriyip giden yaşanmamış hayat özleminden kurtulması ise bu süreç adeta geri dönülemez biçimde yaşanmaktadır. Çevremizde sıklıkla duymaya başladığımız “Kendimi yakaladım/yakalayamadım”, “Kendimi gerçekleştirmek istiyorum.”, “Kendim olamadığım için huzursuzum” tarzındaki ifadeler bir yandan birey olamamanın acısını yansıtırken bir yandan da birey oluşun sancısını ifade etmektedir.

Özetle bireyselleşmenin hiç gerçekleşmemesi kişiyi toplum içinde eritirken, aşırı hale gelmesi toplumsal yapı ve kültürel sürekliliği tehdit edicidir. Ruh sağlığı bakımından her iki durum da sıkıntılıdır. Ayrıca bireyselleşme ile bencilleşmeyi birbirinden ayırmak gerekir. Bireyselleşen insan kendi duygu ve düşüncelerine odaklıyken bencilleşen insan içgüdülerinin ve arzularının tutsağıdır. Bu durum özsel ve ilişkisel boyutta olumsuz sonuçlar doğurabilir. Bencilliğe dönüşmeyen bireyselleşme; bilişsel, duygusal ve davranışsal bakımdan cemiyet içinde fert olabilme bilincini desteklediği müddetçe sağlıklı bir gelişimdir.
 

* Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi İlahiyat Fakültesi