İNANÇ VE BİLGİ: FELSEFİ BİR TAHLİL

 

Alparslan AÇIKGENÇ*

 

Bilgi ile inanç arasındaki ilişkiyi en güzel ifade eden açıklama şöyle olabilir: Bilgisiz inanç olmaz; inançsız da bilgi olmaz. Bu açıklama çok karşılaştığımız bir mantık çıkmazı olan kısır döngüyü dile getirmektedir. Her iki şey biri olmadan diğeri olmazsa o zaman hangisi önce gelir? Bilgisiz inanç olmazsa bilgi olması gerekir ama o da inançsız olmaz; bu durumda ne bilgi ne de inanç mümkün olabilir. Kısır döngüler soyut manada geçerlidir, yani teorik olarak geçerlidir ancak uygulamaya geçtiğimizde bilgi de vardır, inanç da. Demek ki ameli alanda yani eylem ortamında kısır döngü olmaz. Aslında burada ifade edilen bilginin inanç olmadan olmaması ile inancın bilgi olamadan olmaması arasındaki önemli bir farktan kaynaklanmaktadır. Bu farkı göstermek için önce inancın bilgisiz olamayacağını açıklayalım. Buradaki imkânsızlık bir yokluğa işaret etmektedir. Yani bilginin yok olduğu bir durumda inanç olması imkânsızdır. Meselâ birisi bize dese ki Paris diye bir şehir var. Bizim buna inanmamız için Paris hakkında biraz bilgi edinmemiz gerekir. Bilmeden nasıl inanalım? Bu durumda Paris hakkında bilgi elde etmeye çalışırız; önce şayet hiç duymamış ve bilmiyorsak şehir nedir, nasıl olur öğrenmeye çalışırız. Sonra Paris nedir, nerededir ve gerçekten orada insanlar yaşıyor mu, binalar ve şehirlerde olması gereken diğer yapılar var mı öğrenmeye çalışırız. Belli bir bilgi birikimi elde ettikten sonra Paris diye bir şehir gerçekten var mı, yok mu diye inanmaya başlarız. Bu husus her türlü inanç için geçerlidir. Bir bilgi birikimi o birikimin gerektirdiği şekilde bir inanç elde etmemize yol açar.

İnançsız bilgi olmaz sabitlemesine gelecek olursak bunun bir önceki husustan çok farklı bir şey olduğunu anlamamız gerekir. Zira benim bilgim varsa bunula yeni bilgiler üretebilirim. Fakat bu her zaman mümkün olmuyor, özellikle çok karmaşık ve zor konularda ne kadar bilginiz olursa olsun bir müddet sonra bir fikir ele edinebilirsiniz ancak acaba doğru mu değil mi emin olamazsınız. Bu durumda ne yapabilirsiniz? Yapılabilecek en mantıklı yol en son ulaştığınız fikrin doğruluğuna “inanmak” olacaktır. İşte böyle durumlarda inanç devreye girmektedir. Bilginin yol alması için inanca ihtiyaç duyulmaktadır. Fakat belli bir zaman sonra o inancın fikir olarak veya bilimsel bir teori olarak doğru olmadığı da ortay çıkabilir ki bu duruda o inançtan vaz geçip tekrar yola devam etmek için yeni bir fikir üretip ona inanarak doğruyu buluncaya kadar yol almanız gerekir. Bu durumda dikkat edilirse bilginin inanca olan ihtiyacı “yokluktan” kaynaklanmamaktadır. Yani inanç yoksa bilgi de yoktur anlamına gelmemektedir. Diğer taraftan bilgi olmadan inancın olmaması yokluktan kaynaklanır; yani bilgi yoksa inanç da yoktur. Bu husus şüphesiz ki bilgiyi daha önemli bir konuma taşımaktadır. Ancak burada inancı iki ayrı sınıfta toplayabiliriz: günlük inançlar, dini inançlar. Günlük inançlar çok çeşitlidir ve üzerinde durmak için ayrı bir çalışma yapmak gerekir, hatta bilimsel inançları da bu kapsam da ele almak mümkündür. Ancak dini inançları “iman” kavramı altında toplayabiliriz.

Taftazani’ye göre “iman Allah elçisinin (a.s.v.) Allah katından getirdiklerini tasdik Allah Resulünü, Cenab-ı Hakk’tan getirdiği zarurat-ı diniyyeyi mücmelen kalbiyle tasdik etmektir.”(¹)

¹ Sa’düddîn et-Taftazanî, Şerhu’l-Akâid, tercüme ve izahat Talha Hakan Alp (İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2017), 266, Arapça aslı aynı eser, s. 83.

 

Burada verilen açıklamalara göre “iman” kelimesinin sözlük manasının “onaylamak” yani “tasdik etmek” manasına geldiğini belirtmektedirler. Buna göre inanç öz itibariyle tasdikten ibarettir. Ancak tasdik anlaşıldığı kadarıyla sadece dil ile söylemektir. Yani “tasdik ettim kabul ettim”, diğer bir deyişle “inandım” anlamına gelmektedir. Fakat inanç sadece dil ile söylemekten mi ibarettir? Bir kimse inandığını söyleyebilir ancak içinden kabul etmeyebilir. Bu durumda kalp ile ikrar etmek yani bir nevi içinden şuurlu olarak inancını teyid etmek gerekir. Ancak bu da yine bilgi ile olur. Bu irtibatın kurulması bir açıdan zorunludur. İnancın, yani imanın tanımında iki kavram daha dini açıdan önem taşımaktadır: “zarurat-ı diniyyeyi mücmelen kalbiyle tasdik etmek” ifadesinde geçen “zarurat-ı diniyye” ve “mücmelen” kavramları gençlerimiz tarafından maalesef günümüzde İslam eğitimi ile büyütülmedikleri için anlaşılmayabilir. Öncelikle “zarurat-ı diniyye” vahiyle bildirilen ve inanılması ve amel edilmesi dini açıdan zorunlu olan tevhid, meleklere, ahiret gününe, kitaplara ve peygamberlere iman gibi temel ilke ve namaz, oruç, hac, zekât, haramlardan sakınma, yalan söylememe vs gibi gerekliliklerdir. Türkçe’de bunlara kısaca “dini zorunluluklar” diyebiliriz. “Mücmelen” kavramı ise bu hususlarda umumi bir bilgisinin olması iman için yeterlidir denmiştir. Ancak bu tür bir iman elbette ki etkin olamaz. Daha ayrıntılı bilgi ile elde edilen inanç “tafsili iman” olarak tanılanmıştır. Diğer taraftan inanç az veya çok olabilme özelliğine sahip olmadığı için “iman artmaz ve eksilmez” diye hükmetmişler. Böyle olunca icmali ve tafsili iman arasındaki tek fark “bilgi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira aralarında tabir yerinde ise yoğunluk açısından bir fark yoktur.

Bediüzzaman’a göre ise “iman Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın tebliğ ettiği zaruriyat-ı diniyeyi tafsilen ve zaruriyatın gayrısını icmalen tasdik etmekten hâsıl olan bir nurdur.”(²)

² Bediüzzaman Said Nursi, İşarâtu’l-İ’câz fî Mazânni’l-Îcâz, tercüme Abdulmecid Nursi (Ankara: Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2015), 156, bir sonraki alıntıda bunun devamındadır.

 

Burada icamli ve tasfili arasında gündeme gelen önemli bir fark inancın hayata geçirilmesindedir. Bu o kadar önemlidir ki inanç kişiyi insan eder, hakiki kişiliğine kavuşturur çünkü yaratıldığı gaye bunu gerektirir. Ancak amelin inancı yine bilgiyle birleştirdiği yer dini zorunlulukları “tafsilen” yani bütün ayrıntıları ile bilmeyi şart koşmaktadır. Onun için Nursi bunu biraz daha açarak şöyle işaret etmiştir: O halde iman, insanlığa Allah tarafından ihsan edilen bir nur ve bir ışıktır ki insanın vicdanını tamamen aydınlatır. “Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle bir tanışıklık oluşturur. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i mâneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs'at ve genişlik verir ki, insan o vüs'atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir. Ve keza, iman, Şems-i Ezelîden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tûbâ gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.”

İslam dünyagörüşünün yani âlem tasavvurunun tam olarak anlaşılması bilgiye bağlıdır. İnanç ise şüphesiz ki günümüz felsefi kavramı ile ifade edecek olursak bu dünyagörüşü ile irtibatlıdır. Bu açıdan Kur’an’ın kuşatıcı bir kavramı olan “ilim” âlem tasavvurunda hayatî bir önem arz etmektedir. Belki kavramsal örgüler ağı ilim (bilgi)-inanç-amel olarak ifade edilebilir. Onun içindir ki, Kur’an’ın hassas bir şekilde işlediği ilim kavramı temel öğretisel bir unsur olarak İslam dünyagörüşü içerisinde yer almıştır. Aynı sebepten dolayı Müslümanlar da ilim kavramı üzerinde durmuşlar ve çok zengin bir bilgi öğretisi İslâm medeniyeti içerisinde oluşmuş ve medeniyetimizde muazzam bir bilgi geleneğinin doğmasına yol açmıştır. Bunu bilgi, inanç ve amel üçlüsü ile İslam’ın temel kaynakları açısından ele alalım.

Kur’an’da ilim kelimesinin temel anlamı, sözlükteki genel anlamı olan “bilgi” veya fiil olarak alırsak “bilmek”tir. Ancak bu anlam üzerine bina edilen daha özel bir anlam, Kur’an’da teknik terim olarak sunulmuştur ki bu manada “ilim” sadece ve sadece vahiyle gelen bilgi demektir. Önce şu ayetlerde sözlük anlamı olan “bilmek” ile başlayalım:

“(Ey Rabbimiz!) Bizim, Senin öğrettiğinin dışında bir bilgimiz yoktur” (2/Bakara, 32); “Allah, onun (Tâlut’un) bilgisini ve gücünü artırdı” (2/Bakara, 247); “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/Zumer, 9). Diğer taraftan Peygamberimiz; “Rabbim, bilgimi artır” (20/Tâhâ, 114) diye dua etmekle emrolunmuştur; “(Kârun): ‘bu serveti kendi bilgimle elde ettim’ dedi” (28/ Kasas, 78). (Şu ayetlere de bkz. 31/Lokman, 34; 38/Sâd, 69; 41/Fussilet, 47; 43/Zuhruf, 20, 85; 44/Duhan, 32; 45/Casiye, 24; 53/Necm, 28, vs.)

Ancak diğer birçok ayetlerde ilim kelimesinin sözlük anlamında kullanılmadığını görmekteyiz: “Yemin olsun ki, sana ilim'den gönderildikten sonra, şayet onların arzularına uyarsan, Allah’tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur” (2/Bakara, 120). Peygambere gönderilen vahiy olduğuna göre, buradaki ilmin, şu ayetlerdeki gibi vahiy olması gerekir:

Kim, ilim geldikten sonra seninle mücadele ederse, ona şöyle de... (3/Al-i İmrân, 61)

Geçmiş Peygamberlere, kitaplarımızı kendi dilleriyle indirdiğimiz gibi, sana da hikmetlerle dolu Kur’an’ı Arapça olarak indirdik. Eğer sana ilim gönderildiği halde inanmayanların heveslerine uyarsan, Allah’a karşı ne bir dostun, ne de bir koruyucun bulunur. (13/Ra’d, 37)

Bu ayetlerde ilim kavramı, vahiy anlamında kullanılmakta, dolayısıyla ilme, ‘mutlak bilgi’ içeriği kazandırılmaktadır. Ancak, bu ayetlerdeki kullanım, ayrı bir önem taşımaktadır; şöyle ki, mâ câeke min el-‘ilm ifadesinden anlaşıldığına göre, Kur’an, ilmin tümü değildir, çünkü bu türlü ifadeler gayet açık bir şekilde ‘ilimden gönderildikten sonra’ demektedir; daha açık bir ifadeyle, min harf-i ceri, ‘ilimden bir miktar gönderildikten sonra’ anlamını gerektirmektedir. Bu yorum da ilmin, Allah’ın bilgisine işaret etmek için kullanıldığı fikrini zihnimizde uyandırmaktadır. Nitekim 11/Hûd, 14 ayeti de bu yorumu destekler mahiyettedir: “Bu Kur’an, ancak Allah’ın ilmi ile indirilmiştir.” Ancak diğer bazı ayetlerdeki kullanım, Allah’ın bilgisi anlamındaki ilimle Allah’ın bilgisinden vahiyle Peygamber’e gönderilen ilmi biribirinden farklı gibi göstermektedir; (27/Neml, 15’de olduğu gibi: “Gerçekten Biz, Davut’a ve Süleyman’a bir ilim verdik.” Gerek vahiyle peygamberlere gönderilen bilgi olsun, gerekse peygamberlere gönderilmeyerek Allah katında olan Allah’ın mutlak bilgisi olsun, bunların hepsi yine Allah’ın bilgisi olduğundan, bütün bu ayetlerden Kur’an’ın ilim kavramını büyük ölçüde ‘vahiyle gelen bilgi’ anlamında kullandığı sonucunu çıkarabiliriz. Yalnız burada dikkat edeceğimiz önemli bir husus, ilim kavramı, her ne zaman ki bu anlamda kullanılırsa harf-i tarifle nitelendirilerek el-‘ilm şeklinde zikredilmektedir. Diğer taraftan ilim ile vahyî bilginin tamamen aynı anlamda kullanılmadığını açıkça ortaya koyan ayetler de vardır:

Şüphesiz ki, biz onlara, inanan bir topluluk için bir yol gösterici ve rahmet kaynağı olmak üzere, ilimle açıkladığımız bir kitap getirdik. (7/A’râf, 52).

 

O halde ilim (bilgi) kavramının Kur’an’da dört anlamda kullanıldığını söyleyebiliriz:

1. Sözlük anlamında;

2. Allah’ın bilgisi anlamında;

3. Vahyin getirdiği bilgi anlamında ve nihayet;

4. Mü’minin vahiy yardımıyla elde ettiği imanî bir bilgi anlamında.

Bunlara ek olarak Kur’an’ın bilgiyi nitelendirdiğini söyleyebiliriz. Şayet bilginin, Kur’an açısından nasıl nitelendirildiğini anlamaz veya bunu göz ardı edersek, Kur’an’ın asıl hedefini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalırız. Nitekim bilgiyi inançla irtibatlandırıp amele yani fiile dönüştüren bu nitelendirmedir. Çünkü hem Kur’an, hem de hadis, bilgiye çok büyük önem vermektedir. Ancak önem verilen bilginin belli bir özellikle nitelendirilmesi gerektiğini Kur’an özenle işlemektedir. “Kulları içinde Allah’a en çok saygı duyan, âlimlerdir” (35/Fâtır, 28) demekle Kur’an, sadece bilginin önemini vurgulamakla kalmayıp aynı zamanda âlimler için ulaşılması gereken en yüce mertebeyi de belirlemektedir. Bilginin bilgi olarak değerini en açık bir şekilde sergileyen; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/Zumer, 9) ayeti, bizce bir tür bilgiye işaret etmektedir. Diğer taraftan Peygamberimiz; “Rabbim, ilmimi artır” (20/Tâhâ, 114) diye dua etmekle emrolunmuştur. Bu ayetlerde olduğu gibi diğer birçok ayetlerden, dolaylı olarak bilginin önemine işaretler çıkarmak mümkündür (mesela bkz. 3/Al-i İmrân, 18; 4/Nisâ, 157; 6/En’âm, 119, 140–144; 16/Nahl, 25; 31/Lokmân, 20; vs.).
 

Bilginin önemini vurgulayan hadisler de sayı olarak büyük bir rakam arz etmektedir. Bunlardan sadece bir kaçına bakacak olursak görürüz ki, Buharî’de “bilginin (ilmin) azalması, cehaletin artması” dünyanın sonu (eşrâtu‘s-sa’e) olarak belirtilmiştir(³). Ayrıca Peygamberimiz şöyle demektedir: “...Hiç bir âlim kalmayınca insanlar da cahil kimseleri, idarecileri (ru’esâ) olarak seçerler. Bunlara bir şey sorulduğunda, bilgi (ilim) sahibi olmadıkları halde cevap verirler; böylece hem kendileri sapıtırlar, hem de insanları saptırırlar(4).” Yine birçok hadis kitaplarında Peygamberimizin şöyle dediği nakledilmektedir:

Bilgi (ilim) peşinde koşanın, yaptığından memnun oldukları için Melekler, kanatlarını onlara açarlar. Âlim için, yerde ve gökte ne varsa, hatta denizlerdeki balıklar bile dua (istiğfar) ederler. Âlimin, ibadet eden bir kimseye üstünlüğü, Ay’ın, diğer yıldızlara (ışığı ile) olan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Zira peygamberler para ve mal değil, ancak ilim miras bırakırlar. Bunu elde etmek isteyen, büyük bir memnuniyetle onun peşinden koşsun(5).

 (³) Buharî, “Kitabu’l-İlm”, 71, 72.

 (4) A.e., 86.

 (5) Ebu Dâvud, “İlm”, 1; Tirmizî, “İlm”, 19; Neseî, “Tahâre”, 112; İbn Mâce, “Mukaddime”, 17; Ahmed İbn Hanbel, IV, 239, 241; V, 196.

İbn Mâce’nin Sünen’inde ise, “Kitabu’l-İlm” bölümü olmamasına rağmen bu konuda çok önemli bir hadise rastlamaktayız: “Bilgi peşinde koşmak her Müslüman için farzdır.(6)” Vahiy-ilim ilişkisi hadislerde de çok güçlüdür. Bu yüzden ilk devir âlimlerimiz ilim denildiğinde çoğu zaman hadis ilmini anlamışlardır. Bu gerçek, hadis kitaplarımızın “Kitabu’l-İlm” bölümlerinde aşikâr bir şekilde sergilenmiştir. Hatta şu hadiste vahyin daha geniş kapsamı olan din, bu ilim-vahiy bütünlüğü içerisinde Müslümanların dikkatine arz edilmiştir: “Allah, kime bir iyilik dilerse, onu dinde bilginleştirir (yufakihhu fi’d-din).(7)

(6)  İbn Mâce, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952) Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-Ümmâl, X, 131; 28651–28654.

 (7)  Buharî, “Kitabu’l-İlm”, 64.

Bu durumda Kur’an’ın ilimle vahyi aynı bağlama sokmasını şu şekilde yorumlayabiliriz: Vahiy, ilme nüfuz ederek onu aydınlatır ve böylece bir hakikat olmasını sağlar. İşte vahyin, ilme kazandırdığı iman boyutu böylece kendini gösterir. Vahiy-iman-ilim ilişkisi içerisinde âlimin kazandığı tutum, tarafsızlık ve nesnellik adına, elde edilen ve bilgiye lâkayt kalmayı tavsiye eden tutumdan çok farklıdır. Zira bu kişi ile elde ettiği bilgi arasındaki ilişkiden ortaya çıkan tutum, “aydınlanmış bilgi” olarak tabir edebileceğimiz çok özel bir durumdur. Böyle bir durumda, bilgi genel anlamda kalmayıp nitelendirilmiş olmaktadır. “Aydın bilgi” diyebileceğimiz bu nitelendirilmiş bilgi, vahiy ile gelen Allah’ın Mutlak İlmi ile kaynaşmış sadece zihinsel bir durum değil, aynı zamanda davranışlara ve yaşantılara yansıyan uygulama ile bağımlı tecrübî bir varoluş düzeyidir. Bu yüzdendir ki, Müslüman âlim, bilgisine kayıtsız kalamaz; aksine ilmi ile amel etmesi, bilgisinin bizzat gereği olup amel edilmesi gereken bilginin peşinden koşması da onun bir görevidir.

Aydın bilgi, vahyin iman ile nüfuz ettiği bilgidir ve İslamî çerçevede bu, her türlü bilginin ulaşması gereken bir düzeydir. Bu bilginin zıddı cehalettir; kişi ne kadar bilgili olursa olsun bu ilmî düzeye erişmezse, onun bilgisi cehaletle eş anlamlıdır ve insanlık için zararlıdır:

Doğrusu, bilgileri olmadığı halde birçokları, heveslerine uyarak insanları doğru yoldan saptırırlar. (6/En’âm, 119)

Çocuklarını aptalca öldüren bilgisizler ve Allah’a iftira ederek, O’nun kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar mutlaka hüsrandadırlar. (6/En’âm, 140)

İnsanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uyduran bilgisizlerden daha zalim kim olabilir? (6/En’âm, 144).

 

Bu ayetlerdeki ahlakî bağlam göz önünde tutulursa, “ilimsiz” (bi-ğayri ilm) veya ‘câhil’ derken kast edilen şey, bu kişilerin hiç bir bilgiye sahip olmadıkları değil, aksine sahip oldukları bilginin iman ile vahiy tarafından aydınlanmamış olmasıdır. Zira ayetlerin bağlamında ele alınan kişilerin, gayet bilgili kişiler olduğu anlaşılmaktadır. O halde bunlar, aydın ilim düzeyine erişmemiş kimselerdir. Demek ki, İslamî çerçevede “cahil”, sadece bilgisiz olan değil, aynı zamanda ilmi olup vahyi, ilmine iman ile nüfuz ettiremeyen kimsedir. Buradan anlaşılıyor ki, aydın ilme vahiy olmaksızın sadece parça parça ve eksik bir şekilde ulaşılabilir; bu ise, İslâm’ın arzu ettiği bir durum değildir. Çünkü vahiy, sadece ilmi nitelendiren bir yön değil, aynı zamanda bizzat bir ilimdir. Özellikle Kur’an'ın “gayb” olarak adlandırdığı Allah’ın varlığı, zâtı, âhiret, vahyin mahiyeti, insan hürriyeti gibi birçok konular sadece vahiyle anlaşılabilecek konulardır. O halde bunların bilgisi vahyî ilimdir; bu da vahyin aynı zamanda bir bilgi içerdiğini de göstermektedir.

Bundan anlaşılıyor ki, ilmin nitelendirilmesi, aslında bir ahlâkî boyut getirmektedir. Bu boyut kaynaklarda daha çok işlenmiş ve böylece Müslümanlar’ın kafasında İslamî bir bilgi zihniyeti uyandırmıştır. Mesela bu ahlakî boyutu işleyen bir hadiste şöyle denilmektedir: “Kim bilgiyi, lâyık olmayan birisine öğretirse, domuza değerli taşlardan, altın ve zümrütlerden yapılmış bir gerdanlık takmış gibi olur (8).” Bunun dışında yine Peygamberimizin “Ya Rabbi! Faydasız ilimden sana sığınırım” diye dua ettiği bildirilmektedir (9). Demek ki, vahiyle aydınlanmamış bilgi, fayda yerine insanlığa zarar getirmektedir. Yine bundan anlaşılıyor ki, İslamî çerçevede bilgi, yaşantıya kayıtsız kalınca ve nitelendirilmezse, önemli görülmemektedir. Yalnız şunu tekrar belirtelim ki, nitelendirme, temelde ahlâkî bir boyut olduğu için bütün bu faydasız bilgi uyarıları, insan tarafına çekilmelidir. Zira faydasız bilgiyi üreten yine insandır. Ancak vahyin bildirdiği ilimde bu özellik olamaz. Zira bu şekilde gelen ilim, bizatihi aydındır. Bu ahlakî yönü vurgulayan, şu hadisi de zikredebiliriz: “Dünyevî bir amaç için bilgi peşinde giden Cehenneme gider (10).” O halde aydın ilim temel olarak, bilgide takınılması gereken bir tavrı da ortaya koymaktadır. İslam bilgi geleneğinin bu temel taşları bilgi-inanç ikilisini tamamen amel dediğimiz uygulamaya dökmektedir. Yani inançsız bilginin değeri bu geçici maddi âleme hasredildiği gibi amelsiz inancın da insana pek yarar getirmeyeceği açık olarak İslam bilgi geleneğinin en temel bir anlayışı olarak karşımızda durmaktadır.

 (8) İbn Mâce, “Mukaddime”, 17, 224; I, 81 (Mısır, 1952) Diğer rivayetler için bkz. Kenzu’l-‘Ummâl, X, 131; 28651-28654.

 (9) Muslim, “Kitabu’z-Zikr”, 73; Ebu Davud, “Vitr”, 32; Tirmizî, “Daavât”, 68; Nesâî, “İstiaze”, 13, 18, 21, 64; İbn Mace, “Mukaddime”, 23; “Duâ”, 2, 3; Ahmed İbn Hanbel, II, 168, 198, 340, 365, 451; III, 192, 255, 283; IV, 371, 381.

 (10) Kenzu’l-Ummâl, X, 196; 29034.

 


* Prof. Dr. Alparslan AÇIKGENÇ

Türkiye Bilimler Akademisi Şeref Üyesi
Üsküdar Üniversitesi (Emekli Öğretim Üyesi)
İbn Haldun Üniversitesi
İstanbul