İSLÂM İNANÇ ESASLARININ AKLÎ TEMELLERİ
Metin Özdemir*
Bu makalede, İslâm dininde usulü selâse/üç temel esas olarak ifade edilen Allah’ın varlığına, peygamberlere ve âhiret gününe iman konularının aklî temelleri üzerinde durmaya çalışacağım. Meleklere, kitaplara ve kaza ve kadere iman konuları, bu üç temel esasa iman edildiği takdirde zorunlu olarak kabul edilmesi gereken esaslar arasında yer alır. Bu yüzden onlara yeri geldiğinde sadece kısaca atıfta bulunmakla yetineceğim. Konuya doğal olarak diğer esasların kabul edilebilmesi için zorunlu ilk esas olan Allah’a imandan başlayacağım. İman konuları gaybi/görülmeyen alana ait olduklarından, bu üç esasın her birinin aklî temellerini, görünen olgulardan hareketle göstermeye çalışacağım. Klasik tabirle, eserden müessire veya malulden illete intikal yöntemini izleyeceğim.
Allah’ın Varlığına ve Birliğine İman
İnsan yeryüzünde kendisinin ve evrenin nasıl var olduğu üzerine düşünen tek varlıktır. Bu konuda onun karşısına genel olarak şu iki alternatif çıkmaktadır: Ya everen ve içindeki tüm canlılar kendiliğinden var olmuş ya da bunların hepsi sonsuz bilgi, hikmet ve kudret sahibi bir varlık tarafından yaratılmıştır.
Birinci alternatifi esas alanlar, evreni ve içindeki tüm canlıları oluşturan atomların, son derece hassas ayarlar üzerine kurulu kozmik bir sistemi oluşturabilecek ölçüde bir şuura, akla ve zekâya sahip olduklarını kabul etmek durumundadırlar. Aksi takdirde, kozmik sistemi ayakta tutan kütleçekimsel, elektromanyetik, güçlü nükleer ve zayıf nükleer kuvvetlerin, milyarda birin milyarda birinin milyarda biri kadar bir bozulmaya dahi izin vermeyecek ölçüdeki hassas bir dengeyi, belli bir şuur, akıl ve zekâ olmadan nasıl olup da tamamen tesadüflere bağlı olarak gerçekleştirdiklerinin izahını yapamazlar. Bu bakımdan evrenin ve içindeki tüm canlıların kendiliğinden var olduğunu iddia eden bir ateist, teistin sonsuz bilgi, hikmet ve kudret gibi yüce bir yaratıcıya yüklediği sıfatları evrenin kendisine ya da onu oluşturan atomlara yüklemiş olmaktadır.
Ateist için diğer bir güçlük ise kendiliğinden var olan bir varlığın, varlığında başkasına muhtaç olmamasıdır. Eğer evren varlığında başkasına muhtaç değilse, ezeli ve ebedi demektir. Zira ezeli olmayan bir varlık, sonradan var olmuştur. Sonradan var olanın ise kendisinin dışında herhangi bir sebebe dayanmadan kendiliğinden var olması aklen mümkün değildir. Günümüz bilimi, evrenin sonradan ortaya çıktığını kesin ve net bir biçimde söylemektedir. Bilim insanlarına göre evrenin yaşı yaklaşık olarak 14 milyar, içerisinde bulunduğumuz gezegenin ise 4 milyardır. Evrenin ve dünyanın yaşıyla ilgili olarak verilen bu rakamların biraz daha fazla ya da az olmasının hiçbir önemi yoktur. Sonuçta verilen bu rakamlar, evrenin sonradan meydana geldiğini kanıtlamaktadır. Evrenin sonradan meydana geldiği kesin olduğuna göre, onu meydana getiren bir sebebin varlığı zorunludur. Çünkü aklıselim, sonradan meydana gelen bir varlığın, hiçbir sebep olmadan kendiliğinden meydana gelmesini imkânsız görmektedir.
Evrenin başlangıç noktasıyla ilgili farklı teoriler bulunsa da bunlar arasında en çok kabul göreni, Big Bang/Büyük Patlama teorisidir. Kısaca ifade etmek gerekirse, bu teoriye göre başlangıçta çok sıcak ve yoğun olan evrenin tekillik noktası gittikçe genişlemeye ve soğumaya başlamış, milyarlarca yıllık süreyi kapsayan bir evrimsel süreç içerisinde bugünkü haliyle son derece hassas ayarlar üzerine kurulu kozmik sistem ve içindeki canlılar âlemi oluşmuştur. Rus kozmolog ve matematikçi Alexander Friedmann tarafından ortaya atılan bu teori, Edwin Hubble’ın yaptığı gözlemler sonucu evrenin hala genişlemeye devam ettiği tezinin kesinleşmesinden sonra fizikçiler arasında daha bir güvenle kabul görmeye başladı. Elbette modern bilim çok hızlı bir şekilde ilerlemeye devam etmektedir. Bilim insanları 25 Aralık 2021 tarihinde, Fransız Guyana’sındaki Guyana Uzay Üstünden, Hubble teleskobundan yüz kat daha güçlü olan James Webb teleskobunu yaklaşık 1.5 milyon kilometrelik bir uzaklığa başarılı bir şekilde fırlattılar. İleriki zamanlarda Hubble teleskobuna nispetle çok daha uzakları son derece ayrıntılı bir şekilde fotoğraflayacak olan bu teleskoptan gelen uzay görüntüleri, belki de bilim insanlarının evrenin başlangıç noktası hakkındaki teorilerini revize etmelerine yol açacaktır. Ancak tüm bunlar evrenin sonradan var edildiği ve bugünkü haliyle milyarda birin milyarda birinin milyarda biri ölçüsünde bir oynamaya dahi izin vermeyecek ölçüde hassas ayarlar üzerine kurulu bir kozmik düzene sahip olduğu gerçeğini ortadan kaldırmayacaktır.
Bu temel gerçekler ışığında meseleye baktığımızda, evrenin bütünüyle tesadüflere bağlı olarak gerçekleşen oluşumlar ve değişimler sonucu kendiliğinden var olduğunu iddia eden materyalistlerin ve ateistlerin karşısında cevaplanması gereken çok önemli sorular bulunmaktadır: Eğer evren tesadüfen meydana geldiyse, onun oluşumunda rol alan bir şuurdan, akıldan ve zekâdan söz etmemiz mümkün olmayacaktır. Çünkü şuurun, aklın ve zekânın rol aldığı bir yerde tesadüflerden söz edilemez. Bu o kadar açık bir gerçektir ki hiç kimse bir şempanzenin klavyenin başına geçip örneğin evrenin nasıl oluştuğuyla ilgili açıklamalar içeren bir makaleyi, bırakın 14 milyar yılı, trilyonlarca yıl geçse bile yazabileceğini iddia edemez. O halde materyalistler ve ateistler nasıl olup da milyarlarca galaksileri ve her bir galaksinin içindeki milyarlarca yıldızlarıyla tarif edilemeyecek büyüklükteki bu evrenin son derece hassas ayarlar üzerine kurulu bir düzene tesadüfen sahip olduğunu iddia edebilir? Dahası, Antony Flew’un işaret ettiği gibi, şuurdan, akıl ve zekâdan yoksun olan cansız maddeler yığını içerisinden, nasıl olur da insan gibi benlik şuuruna sahip bir varlık tesadüfen ortaya çıkabilir? Bu önümüzde duran bir mermer masanın trilyonlarca yıl bekledikten sonra tesadüfen benlik şuuruna sahip bir insana dönüşmesini mümkün görmekle eşdeğer değil midir? (Flew, Yanılmışım Tanrı Varmış, İstanbul: 2011, 135-136.)
Evrendeki sayısız işaretlerin her birisi sadece sonsuz bilgi, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığına değil, Onun birliğine de delalet etmektedir. Eğer birbirine denk iki yaratıcı kudret bulunmuş olsaydı, son derece hassas ayarlar üzerine kurulu kozmik bir düzenden söz edilemezdi. Çünkü her bir yaratıcı kudret, diğerinin aksi istikametinde bir yaratma iradesi gösterebilirdi (Enbiya, 21/22). Dolayısıyla yaratıcının tek oluşunun en somut kanıtı, en yüksek zekâ sahiplerinin bile sırlarını çözmekten aciz kaldığı bu kozmik düzendir.
Özet olarak söylemek gerekirse, yüce Yaratıcı hiç kimseyi ne göklerin ve yerin ne de insanın yaratılışına tanık tutmuştur (Kehf, 18/51). Bu yüzden hiçbir bilim insanı evrenin ve insanın ilk oluş anını izleme imkânına sahip olmamıştır. Herkes eldeki verilerden hareketle geçmişe bir ışık tutmaya çalışmaktadır. Aklıselim sahibi hiç kimsenin, yüce Yaratıcının kudret elinin, varlığın her bir zerresinde aşikâr olan parmak izlerini gördükten sonra Onun azameti karşısında saygıyla eğilmekten başka çaresi yoktur.
Peygamberlere İman
İnsan, bilgi ve hikmetle yapılan her işin bir amacının ve gayesinin bulunduğunu görür. Bu açıdan bakıldığında evrenin ve insanın da yaratılışının bir amacı ve gayesi olmalıdır. Aksi takdirde evren ve insan boş yere yaratılmış olacaktır. Boş ve anlamsız iş yapmak ise sonsuz bilgi ve hikmet sahibi bir varlığa yaraşmaz.
Evren ve insan sırf yok olmak üzere yaratılmış olamayacağına göre, var oluşun manası, hikmeti ve gayesi nedir? Elbette insan kendisini yaratan ve dahası kendisine sayısız nimetler ikram eden yüce yaratıcısına minnet ve şükran borçlu olduğunu hissedebilir. Belki bunların hepsi için Ona saygı ve huşu içerisinde teşekkür de edebilir. Ancak tüm bunların ötesinde insanın çözmekten aciz kaldığı pek çok önemli mesele vardır: Örneği insan, yaratıcısının zatı ve sıfatları hakkında bilgi sahibi olmak ister. O bir cisim midir; eğer cisimse neye benzemektedir? Cisim değilse, onun zatı ve sıfatları nasıl bilinebilir? İnsan hayata dair de çok önemli sorular yöneltir: Hayatta karşılaştığımız korkunç kötülükler vardır. Salgın hastalıklardan milyonlarca insan ölmektedir. Savaşlarda çocuklar, kadınlar ve yaşlılar gibi masum insanlar katledilmektedir. Pek çok insan hastalıkların, acıların ve ıstırapların pençesinde kıvranmaktadır. Buna karşılık bazıları ise bir eli yağda bir eli balda mutlu bir hayat sürmektedir. Bazen mutlu olan mutsuz, mutsuz olan da mutlu olmaktadır. Tüm bunların anlamı ve hikmeti nedir? Korkunç kötülüklere izin veren bir yaratıcının âdil ve merhametli olduğundan söz edebilir miyiz? Hepsinden önemlisi bu dünyada yaşanan iyiliklerin ve kötülüklerin öldükten sonra bir karşılığı olacak mıdır? Yoksa herkesin işlediği şeyler yanına kâr mı kalacaktır? Öldükten sonra yeniden diriliş olacaksa bu nasıl gerçekleşecektir?
İnsanoğlunun bu tür soruların tamamına doğru ve tutarlı cevaplar verme imkânı görünmemektedir. Nitekim kimileri, Tanrının zatı ve sıfatları ile ilgili sorularına cevap olarak putlar ihdas edip onlara tapınmış, kimileri evrenin kendisinin Tanrı olduğunu düşünmüş (panteistler), kimileri Tanrıyı insan suretinde hayal etmiş (Yahudiler, Müşebbihe), kimileri de Tek bir Tanrı’nın, Baba, Oğul ve Ruhu’l-kuds olmak üzere üç parçadan oluştuğunu; Oğul’un yeryüzünde insan suretinde göründüğünü ve sonunda da çarmıha gerildiğini iddia etmiştir (Hristiyanlar). Kimileri, yeniden dirilişin olup olmadığı ve dünyadaki tüm iyilik ve kötülüklerin bir karşılığının bulunup bulunmadığıyla ilgili sorularına cevap olarak, ruhlarının, öldükten sonra bir önceki yaşantılarına uygun olan çeşitli canlıların bedenlerine intikal ettiğini düşünmüş (Hindular, Budistler, Jainistler vb.), kimileri Tanrının sadece yaratılışı başlattığını, bunun dışında, varlık âlemindeki hiçbir şeyle ilgilenmediğini kabul etmiş (Aristo), kimileri de bir yaratıcının varlığına inanmakla birlikte, öldükten sonra yeniden dirilişin olup olmayacağının bilinemeyeceğini iddia etmiştir (deistler). Yeryüzünde gerçekleşen kötülüklerin anlam ve hikmeti üzerine düşünen kimileri ise hayır ve şer Tanrısı olmak üzere iki farklı yaratıcı varlığa inanmış (Mecusiler), kimileri, kötü insanların ruhlarının yırtıcı ve vahşi, iyi insanların ruhlarının ise sevimli yaratıkların bedenlerine intikal ettiğini düşünmüş (Hindular), kimileri ise Tanrının hiçbir kimseye hesap sormayacağını, âdeta herkesin yaptığının yanına kâr kalacağını kabul etmiştir (deistler). Bazı deistler, Tanrının, insanları yaptıklarından dolayı hesaba çekeceğini düşünseler de bunun nasıl gerçekleşeceği; örneğin cennet ve cehennemin ebedi mi yoksa geçici mi olacağı, ödül ve cezanın keyfiyeti gibi konular hakkında hiçbir şey söyleyememişlerdir.
İnsanoğlunun yukarıda zikredilen türden sorularına herkesi bağlayacak tarzda makul ve tutarlı cevaplar bulmaya ihtiyacı vardır. İşte bu tür sorulara herkesi bağlayacak türden makul ve tutarlı cevapları ancak doğrulukları mucizeler ile kanıtlanmış olan peygamberler verebilir. Çünkü insanın aklı, zekâsı ve sezgileri, bu tür gaybî konularda herkesin üzerinde uzlaşabileceği net cevaplar verebilecek bir yeterliliğe sahip görünmemektedir. Bu yüzden Allah, tarih boyunca, Kendisinin birliğini inkâr eden putperestlere ve âhiretin varlığı ve mahiyeti hakkında kuşku ve şaşkınlık içerisine düşen kullarına rehberlikte bulunmak üzere peygamberler göndermiştir. O, bu peygamberlere, doğruluklarını kanıtlamak üzere çeşitli mucizeler vermiştir. Ancak bu mucizelerin hiçbirisi insanların özgür bir şekilde tercihte bulunmalarını engelleyecek tarzda gerçekleşmemiştir. Bu yüzden bazı insanlar, söz konusu mucizeleri sihir ve büyü olarak nitelemiş; basireti açık olan diğerleri ise onların, peygamberlik iddiasında bulunan zatın doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla Allah katından geldiğine inanmışlardır.
İnsanlığa bu türden önemli konularda rehberlikte bulunmak üzere gönderilen peygamberler zincirinin son halkası Hz. Muhammed’dir. Hz. Musa’nın asası ve Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi gibi diğer peygamberlerin gösterdikleri mucizeler sadece beş duyuya hitap ettiklerinden kendi dönemleriyle sınırlı kalmıştır. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin açık kanıtı olan Kur’an mucizesi ise tüm çağlara hitap eden aklî bir mucizedir. Çünkü bizzat Allah, Kur’an’ın Kendi katından indirildiği konusunda kuşku duyanlara, onun benzerini (İsrâ, 17/18), hatta on (Hûd, 11/13) ya da bir (Yunus, 10/38) suresinin benzerini, hiç değilse onun gibi bir söz (Tûr, 52/34) getirmeleri konusunda meydan okumuştur. Kur’an bu meydan okumaya hiçbir surette cevap verilemeyeceğini son derece kesin ve açık bir şekilde şöyle dile getirir: “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’ân) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). Eğer, yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o hâlde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır” (Bakara, 2/23-24).
Hz. Peygamberin vefatından bu yana 1443 yıl geçmiş olmasına rağmen, onun son peygamber, getirdiği kitabın da son kitap olduğunu yalanlayacak hiçbir somut gelişme yaşanmamıştır. Elbette kıyıda köşede cılız birtakım iddialar olmuştur. Ancak bunların hiçbirisi Hz. Muhammed gibi etrafındaki insanları gerçek anlamda bir peygamber olduklarına ikna edememişler ve iddiaları etrafında birleşen bir ümmet oluşturma başarısını gösterememişlerdir. Peygamberliğinden emin olmayan hiç kimse, tüm çağlara meydan okuyarak son peygamber olduğunu iddia edemez. Çünkü o, bundan emin olmadığı takdirde yalancı olduğunun bir şekilde ortaya çıkmasından endişe duyar.
Yukarıda zikredilen hususlar, Hz. Muhammed’in son ve gerçek peygamber olduğunun en güçlü kanıtlarıdır. Ona indirilen son kitap Kur’ân’da tüm insanlığa bildirilen hakikatlerden bazıları şunlardır: İnsan hür bir varlıktır (Kehf, 18/29); bu yüzden tüm eylemlerinden sorumludur (Tûr, 52/29). İnsanın yeryüzündeki en temel görevi, bir ve tek olan Allah’ı tanımak ve Onun buyruklarına uygun olarak yaşamaktır (Zariyat, 51/56). Çünkü onun dünya ve âhiret mutluluğunun garantisi budur (Ra’d, 13/28; Tahrim, 66/8). Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun karşılığını görecek, kim de zerre miktarı kötülük işlemişse onun karşılığını görecektir (Zilzal, 99/7-8). Bununla birlikte Allah, içtenlikle tövbe eden herkesin günahlarını bağışlar (Zariyat 39/53; Tahrim, 66/8). İnsanların başlarına gelen iyilikler Allah’tan, kötülükler ise kendi işledikleri hatalar yüzündendir (Nisa, 4/79). Bununla birlikte varlık düzeninde iyilik ve kötülüğün bir arada bulunmasını Allah takdir etmiştir (Nisa, 4/78). Çünkü dünya hayatı bir imtihan yeridir. Burada insan, karşılaştığı tüm olaylar karşısında nasıl bir tutum sergileyeceği hususunda test edilmektedir (Mülk, 67/2). Allah, insana kötülüklerle baş edebilecek ölçüde imkânlar vermiştir. Aklıselim, vicdan ve ilahi vahyin rehberliği bunların en önemlileri arasındadır (İsra, 17/70; Şems, 91/8). Hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklenmemiştir (Bakara, 2/286). Yeryüzünde kötülüğü önlemek, Allah’ın değil, insanın görevidir (Rum, 30/41; Şura 42/30). İnsanoğlu depremler, salgın hastalıklar ve savaşlar gibi öldürücü felaketlerden bir takıp sebeplere tutunarak tedbir almak suretiyle belli ölçülerde korunabilir (Kehf, 18/84/97). Bununla birlikte kendisinin gücünü aşan durumlarda uğradığı tüm mağduriyetler, âhiret gününde eksiksiz olarak telafi edilecektir (Nisa, 4/49; İsra, 17/71).
İnsanoğlunun bu türden hakikatleri anlayıp kavrayabilmesi için daima bir hatırlatıcıya ihtiyacı olmuştur. Tarihte peygamberlik nuru ve bereketinden uzak kalan kavimlerin içerisine düştükleri sayısız buhranlar bu durumun açık kanıtıdır. Bu yüzden büyük bir insanlık ve inanç krizinin yaşandığı dönemlerde daima açık uyarıcılar olarak görev yapan peygamberler gönderilmiştir. Bu peygamberlerin sonuncusu ise tarihin kesin bir şekilde tanıklık ettiği Hz. Muhammed’dir.
İslâm bu yönüyle hem Yahudilikten hem de Hristiyanlıktan ayrılmaktadır. Yahudiler, Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmezken, Hristiyanlar hem Hz. İsa’yı Tanrının oğlu olarak görmekte hem de Hz. Muhammed’i peygamber olarak tanımamaktadırlar. Buna karşılık Müslümanlar ise hem Hz. Muhammed’den önce Allah tarafından gönderilen tüm peygamberlere hiçbiri arasında ayrım gözetmeden iman etmekte (Bakara, 2/285) hem de Hristiyanların Hz. İsa’nın Tanrının oğlu olduğu iddiasını reddetmektedirler (Mâide, 5/17).
Ahirete İman
Ahiret hayatına inanmadığımız takdirde diğer inanç esaslarına inanmamızın hiçbir anlamı ve değeri kalmaz. Çünkü o zaman boş yere yaratıldığımızı kabul etmiş oluruz. Bu durum, içerisinde her türlü ihtiyacın bulunduğu konforlu bir bina inşa edip bir süre sonra da sebepsiz yere onu yıkmaya benzer. Bu yüzden Yüce Yaratıcının, evreni ve insanı, sonuçta yok olmak üzere yaratmış olması düşünülemez (Mâtürîdî, Te’vîlât, İstanbul: 2003-2005, X, 72). Öyleyse dünyada yaptığımız her şeyin hesabının sorulacağı bir günün varlığına inanmamız gerekir.
Diğer taraftan insan, doğasında bulunan adalet duygunun bir gereği olarak yeryüzünde işlenen tüm zulümlerin ve korkunç kötülüklerin hesabının sorulmasını ister. Vicdanının sesini dinleyen hiç kimse, haksız yere masum çocukları öldüren zalimlerin, yaptıklarının hesabını vermeden sonsuza dek kaybolmalarına razı olmaz. Onlar âdil bir mahkemenin kurulmasını arzularlar. Bu mahkemede adaleti ve rahmeti sonsuz olan yüce yaratıcının yapılan tüm zulümlerin ve korkunç kötülüklerin hesabını sormasını isterler. İşte içimizdeki bu güçlü ses de âhiret yurdunun varlığının açık bir göstergesidir. Ayrıca bu durum ateistlerin Allah’ın varlığına bir itiraz olarak ileri sürdükleri kötülük probleminin de âhirete inanmadan çözülemeyeceğini açıkça gösterir.
İnkârcılar yeniden dirilişi uzak bir ihtimal olarak görürler. Çürüyerek ufalanmaya yüz tutmuş olan kemikleri kim diriltebilir ki diye sorarlar. Elbette onları ilk defa kim inşa ettiyse o diriltecektir. Çünkü o her türlü yaratmayı bilendir. Hiç gökleri ve yeri yoktan var eden Allah, onların benzerlerini yaratmaktan aciz kalır mı? (Yâsin, 36/78-81). Bir şeyi ilk defa yaratan elbette onu tekrar yaratmaya kadirdir (İsra, 17/51).
Aklıselim, yukarıda sunduğumuz gerekçelerden hareketle âhiret hayatının var olması gerektiği sonucunu çıkarsama imkânına sahip olsa da söz konusu hayatın keyfiyeti hakkında kesin bir bilgiye ulaşamaz. Bu bilgiler bize ancak peygamberler tarafından verilebilir. Çünkü âhiret, gaybî/görünmeyen âleme ait bir konudur. Gaybı ise yalnızca Allah bilir ve O gayba dair bilgisini kullarına ancak onlar arasından seçmiş olduğu elçileri vasıtasıyla iletir. O halde peygamberlerin gerekliliğine ve doğruluğuna inanan her müminin, âhirete onların bildirdikleri şekilde inanması zorunludur.
SONUÇ
Modern bilim şu iki şeyi kesinleştirmiş gözükmektedir: Birincisi, evren sonradan var olmuştur; ikincisi ise karşımızda son derece hassas ayarlar üzerine kurulu kozmik bir sistem bulunmaktadır. Her iki durum da kaçınılmaz olarak sonsuz bilgi, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcının varlığına işaret etmektedir. Evrendeki düzen aynı zamanda yaratıcısının tek olduğunu da gösterir. Çünkü yaratıcı bir kudretin varlığında hiçbir şeye muhtaç olmaması gerekir. Varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayanın başlangıcı olmaz. Başlangıcı olmayanın, varlığına son verebilecek başka bir güç bulunamayacağından sonu da yoktur. Bu özelliklere ise sadece tek bir yaratıcı varlık sahip olabilir. Ayrıca birbirine eşit iki yaratıcı kudretin bulunması halinde, evrende bir düzenin bulunmasından söz etmek zordur. Zira bunlardan birisi diğerinin zıddına bir yaratma faaliyetine giriştiği takdirde düzen bozulur. Her ikisinin aynı şeyi istemesi durumunda ise diğerinin varlığına gerek kalmayacaktır.
Sonsuz bilgi, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcının, evreni ve insanı boş ve anlamsız olarak yarattığı düşünülemez. O halde evren ve insan sonuçta yok olmak üzere yaratılmış olamaz. Eğer öldükten sonra yeni bir hayat yoksa bu dünyadaki hayatın hiçbir anlamı ve değeri yok demektir. Çünkü bu durumda dünyada büyük sıkıntılara katlanılarak yapılan iyilikler ve mazlumların maruz kaldıkları zulüm ve kötülükler karşılıksız kalacaktır. Bu yüzden evrenin ve insanın hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından yaratıldığına inanan herkes, tüm iyiliklerin ve kötülüklerin karşılığının görüleceği başka bir hayatın varlığına da inanmak durumundadır. İnsan aklı ve zekâsı, öldükten sonra başlayacak olan bu hayatın keyfiyetine dair doğru ve tutarlı bilgiler verebilecek yeterlikte değildir. O, gaybî/görünmeyen âleme ait olan bu bilgileri yalnızca peygamberlerden öğrenebilir. Bu yüzden tüm ilahi dinlerde Allah’ın varlığına ve birliğine, peygamberlere ve âhiret gününe iman, zorunlu inanç esasları arasında yer almıştır. Ancak Müslümanlar, bütün peygamberlere iman etmek suretiyle Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in peygamberliğini reddeden Yahudilerden, Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu reddetmek suretiyle de Hristiyanlardan ayrılmıştır.
On sekizinci yüzyılda gelişen hümanizm, insanı bu üç temel inanç esasından koparmak suretiyle özgürleştirebileceği zannına kapılmıştır. Ancak Dostoyevski’nin de haklı olarak belirttiği gibi, hümanizmin öz irade ve insanın kendisini kanıtlaması olarak gördüğü özgürlük yalnızca Tanrı’nın, dünyanın ve insanın inkârına götürmekle kalmamış, aynı zamanda özgürlüğün kendisinin de inkârına götürmüştür. Çünkü “kontrol altına alınamayan, ölçülemez şehvet özgürlüğü insanı köle yapar, insanı ruh özgürlüğünden mahrum eder.” (Berdyaev, Dostoyevski’nin Dünya Görüşü, Ankara: 2021, 72-73). Bu itibarla Tanrıdan kurtularak özgürleşebileceğini hayal eden hümanistler, tabiri caizse, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmışlardır. O halde insanı şuursuz hayvanlar konumuna hatta onlardan daha aşağı bir seviyeye düşmekten kurtaran ruh özgürlüğüne adım atmak isteyen herkes, bu üç temel inancın gölgesinde yeni bir hayata başlamalıdır.
* Prof. Dr., ASBÜ İslâmî İlimler Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.