Bir Âhir Zaman Tasviri


Mehmet Fatih Birgül*

 

I.

Milenyum bitti. Artık iki binli rakamlardan oluşan tarihleme ile zamana kayıt düşüyoruz. Üstelik iki binlerin ilk çeyreğini de geçirmiş bulunuyoruz. Apaçık bir biçimde âhir zamanda yani ‘zamanın sonunda’yız. Fakat burada kastım Deccal’in zuhuru, Mehdi’nin çıkışı ya da Hz. İsa’nın gökten inmesi gibi eskatolojik inançların işaret ettiği ‘âhir zaman’ değil. İçinde yaşadığımız zaman dilimi, bitmeye mutlak mahkûm ömrümüzün tükenişine şahit olmakta. İşte bu nedenle de –en azından bizim için- kesinlikle ecele işaret eden ‘küçük kıyamet’ anlamında bir ‘âhir zaman’.

Günümüzde, bin dokuz yüzlerin ortalarında doğmuş olanlar ihtiyar, sonlarında doğanlar ise orta yaşlı sayılıyor. İki binin başlarında doğmuş olanlar ise, artık gençliğin zirvesinde. Öyleyse, ihtiyar ve orta yaşlıların iki binli yılların ilk çeyreğinin sunduğu manzaraya dair gördüklerini söylemesi, gençlerin görüşlerine önemli katkılar yapabilir. Çünkü daha farklı zamanları görmüş gözlerin, şimdiki zamandan başkasına şahit olmamışlar için tasvir edecekleri çok şey vardır.

Aristoteles, bize, bir şeyi hakikaten anlamak için, o şeyi var kılan nedenleri bilmek gerektiğini söyler. Şüphesiz bu düstur, içinde yaşadığımız zamanda meydana gelen hadiseleri anlamak ve değerlendirmek konusunda da geçerlidir. Fakat ‘âhir zaman’ derken bahis mevzuu olan şey ‘insanî’ eylemler ve davranışlar olduğundan seçme hürriyetine sahip yegâne varlık olan ‘insan’ın tercihlerini dikkate almak gereklidir. Dolayısıyla dünyanın ve insanlığın bugünkü halini değerlendirirken domino taşlarının birbirlerini devirmesindeki gibi karşı konulmaz biçimde ilerleyip teşekkül eden bir vasattan ziyade, birbiriyle iç içe geçmiş temel ve radikal tercih ve yönelimlerin meydana getirdiği bir manzaraya baktığımızı unutmamak icap etmektedir.

Sonuçta bugün düne ve dün de evvelki güne, ‘zaman’ adını verdiğimiz görünmez ama her şeyde kendisini gösteren metafizik bir bağla merbuttur. İşte bu nedenledir ki yirmi birinci asrın ilk çeyreğinde yaşadığımız dünyayı ancak birkaç adım öncesinde zuhur etmiş temel tercih ve yönelimleri hatırlayarak anlayabiliriz.

Evvelki gün yani on dokuzuncu asrın sonlarında, bilimsel ve teknolojik gelişmelerle başı dönmüş Batı uygarlığının entelektüel ortamı, yirminci asırda bizzat bilim ve teknolojinin yeryüzünü cennet haline getireceğine ve hatta insanlığın, ölüme çare bularak sonsuz bir dünya yaşamına kavuşacağına dair iddialı söylemlere şahit olmuştu. Başta üniversiteler olmak üzere, köklü müesseseler vasıtasıyla olağanüstü hızlı biçimde ilerleyen bilimsel keşifler, çok kısa zamanda ve son derece ustalıkla teknolojiye dönüşmekteydi. Evvelce bilinmeyen hatta bilinmesi hayal dahi edilemeyen birçok sırrın çözülmesi, Max Weber’in veciz sözleriyle “Tabiatın büyüsünü bozmuştu”.

Elbette insanı insan yapan üretimlerin tümü anlamında ‘kültür’, bütün bu gelişmelerden derhal etkilenmekte ve aynı minvalde gelişmekteydi. Çatırdayıp yıkılan bir dünyanın enkazından yeni bir dünya kuruldu. Yeni kelimeler ve kavramlar, zihin ve duygu âlemini şekillendirmeye başladı. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük bu çağın temel parolası oldu; kültürel üretimin her alanına nüfuz etti. Her ne olursa olsun ‘modernite’ adını verdiğimiz ve her şeyi yutan bu yeni zihniyetin temel yargısı, insanlığın sürekli ilerlediğiydi. Tarihte ilk defa ‘bilim-kurgu’ adı verilen edebi bir tür ortaya çıktı ve nice usta kalemler, özünde bilim ve teknolojiye dayanan insanlığın müstakbel fetihlerini tahayyül etti ve ettirdi. Bu dönemde hâkim olan olumlu hava, daima rasyonel davranan ve –ne hikmetse- hep ‘medenî’ ve ‘iyi’ olan Batılı tipler ve kahramanlar ortaya çıkardı. Sonuçta insanlığın ilerlediği bir hakikatti.

Ne var ki modern Batı uygarlığının oluşum sürecinin temellerinde derin bir takım çelişkiler bulunduğu gözden kaçmaktaydı. Köleliği kaldıran Batı, tüm dünyayı köleleştirmekte beis görmüyordu. Teknolojinin gönül alıcı hizmetlerinin iki temel gayesi, maddi gücü ve zenginliği nihayetsiz biçimde daha fazla artırmak ve dolayısıyla da ‘güçlü’ ve ‘zengin’e sınırsız olarak daha fazla imkân sağlamaktı. Sanayi devrimi sonrasında, Batı’nın önde gelen ve yönlendirici sistemleri, yalnızca Batı dışı dünyayı değil, bizzat kendi toplumlarının bireylerini de sarsıcı boyutta sömürmekteydi.

Ve ardından, sonuncusu atom bombasının patlatılmasıyla biten iki dünya savaşı geldi. Bilim ve teknolojinin, yeryüzünü cennete çevirmek bir yana hızla cehenneme dönüştürdüğü görüldü. İnsan nüfusunun en kıdemli düşmanları olan verem, veba ve kolera gibi sâri hastalıklara çare bulan bilim, birkaç dakika içinde yüzbinlerce insanı katledecek silahları da ortaya çıkarmıştı. Böyle bir ortamda, dini insanî hayatın merkezinden çoktan fırlatıp atmış olan modernitenin, tam anlamıyla ‘ideolojik’ bir çağ geçirmesi kaçınılmazdı. Soğuk savaş döneminde dünya, çok farklı ve çelişkili bir yelpaze içinde iki kutba bölündü.  Dünün yani yirminci asrın son çeyreği, soğuk savaşın bitişine ve hemen ardından başlayan yerel savaşlara sahne oldu. Balkanlar, Kafkaslar, Asya ve Afrika irili ufaklı pek çok kanlı çatışmaya ve hesaplaşmaya şahitlik etti. Çünkü liberal kapitalist Batı siyasi, iktisadi ve elbette fikri açıdan dünyayı yeniden şekillendirmeye başlamıştı.  

Bugünün dünyasının içinde bulunduğu hal ve yaşadığı sorunlar, hiç şüphesiz siyasi, iktisadi ve fikrî hâkimiyeti elinde bulunduran güçlerin tercihleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu ‘şekillendirici’ tercihler anlaşılmaksızın, ne problemlerin künhüne vakıf olmak ne de sağlıklı çözüm önerileri geliştirmek mümkün olabilecektir.
 

II.

On dokuzuncu asır Batı dünyasının içinde yaşadığı büyük riyakârlığı ifşa eden Nietzsche 1900 yılında ölmüştü. Onun ‘Tanrı öldü’ vecizesi, aslında ‘modern’ Batı’nın metafiziğinin tükendiğini en çarpıcı biçimde ortaya koymaktaydı. Buna karşılık Dostoyevski’nin, “Tanrı yoksa her şey mubahtır” feryadı ise genel gidişata tesir edemedi.

Bugünün dünyasının en temel karakteristiği şüphesiz ‘metafizik’ yoksunluğudur. Bununla kastımız, tüm soruların kaynağında duran asıl soruyu yani “varlık niye var?” sualini dert edinen düşüncenin olağanüstü zayıflığı hatta yokluğudur. “Varlık niye var?” sorusu hakkında düşünmek, bizi kökenleri sormaya götürür. Sürekli akıp duran, varlıkla yokluk arasında gidip gelen var-oluşun kaynağını sormak, her ne kadar cevabı bu dünyada bulunamaz olsa da insanoğluna onu hayvanlardan ayıran bir sezgi kazandırır. Bu sezgi, bir biçimde hayatın anlamına dair bir şeyler fısıldar. Oysa modern Batı uygarlığının oluşum süreci, varlığı maddeye indirgemiş ve böylece insana, madde ötesinde bir anlam arama yolunu kapatmıştır. Varılan sonuç Tevfik Fikret’in ifadesiyle şudur: “Her şeref yapma, her saadet piç; her şeyin iptidası âhiri hiç!”

Yirmi birinci asrın ilk çeyreği, geçen asırda Nietzsce’nin müjdelediği ‘nihilizm’in tam manasıyla zuhuruna şahit olmuştur. Büyük kafaların önceden sezdiği nihilizm, Batı tarafından durdurulamamaktadır. Bilakis, Batı eliyle bütün insanlığa yayılmaktadır. İdeoloji çağında insanlığa hayatının anlamını fısıldayan hümanizm, özgürlük, demokrasi gibi üst kavramların içi artık tamamen boşalmış ve etkisizleşmiştir. Özellikle Müslüman dünyayı vuran iğrenç çıkar savaşlarının ardında duran şey, zenginin daha zengin ve güçlünün daha güçlü olmasından başka bir amaç değildir.  İnsanlığı, başta Tanrı olmak üzere tüm kulluklardan kurtardığını ve giderek daha özgür kıldığını iddia eden modernite, insanlık tarihinde görülmedik boyutta ve derinlikte bir köleleştirmeyi gerçekleştirmektedir.

İnsanoğlu bugün, her şeyden önce tutkularının esiri kılınmıştır. “Sınırlı kaynaklarla, sınırsız insan ihtiyaçlarının karşılanması bilimi” olarak tanımlanan iktisat, bu esaretin en temel aracıdır. Çünkü aslen soyut ve dolayısıyla metafizik olan ‘sınırsız/sonsuz’ kavramı, metafizik içeriği boşaltılarak, tamamen insanın maddi var oluşuna bağlanmıştır. Böyle bir tasavvur içinde ‘insan’, daha baştan itibaren sınırsızca tüketen bir varlık olarak kabul edilmektedir. Fakat asıl soru işte burada karşımıza çıkmaktadır: neye karşılık?

Liberal kapitalizmin durdurulamayan başarısının ardında yatan sır, kendisinin hayatiyetini ve hâkimiyetini sağlayacak ‘insan’ tipini üretmesi ve yeryüzünde hâkim kılmasıdır. İhtiyaçlarının sınırsız olduğuna inanan insan, sınırsızca üretmek ve tükenmek mecburiyetinde olduğunu derinden hissetmektedir.

İhtiyacı olmayan birçok şeyi elde etmek için emeğini harcayan insan, aynı zamanda ihtiyacı olan eşya hakkında da harcama sarmalı içindedir. Günümüz insanının sahip olduğu ev eşyası, telefon ya da arabanın modası ve modeli periyodik olarak eskimekte ve değişmesi gerekmektedir. Sürekli harcamaya yönlendiren uyarıcılar, reklamlar, kampanyalar gözleri ve kulakları istila etmiştir. Bütün insanlara yönelen ‘harcatma’ diktatörlüğünün kullandığı yöntem ve araçlar, insanın manevi yapısını tahrip etmektedir. Zira bu diktatör, insanları aynı zevkler ve hassasiyetler etrafında tek tipleştirmektedir. Böylece, mutlak özgürlük vaadine karşılık modern çağın ürettiği insan, telkin ve güdülme sayesinde, hiçbir çağda görülmemiş ölçüde edilgen ve iradesiz bırakılmıştır.

Modernitenin, iradesini iğdiş ettiği insanlığa biçtiği son rolün ne olduğu, post-hümanizm ve transhümanizm tartışmalarından anlaşılmaktadır. Asıl ve asli anlamıyla ‘insan’, maddi zenginliği ve gücü elinde bulunduran odaklar tarafından tamamen tasfiye edilmek istenmektedir. İnsanoğlunu, güdülerine hitap eden telkinler etkisiyle işleyen bir algoritmalar toplamı olarak gören modernite, insanın tüm davranışlarını belirleyecek programlar üretme ve yükleme arzusundadır. Böyle bir tasavvurun hedefi bellidir: Tüm dünyayı gelişmiş bir fabrikaya, insanları ise bu fabrikanın makinalarına dönüştürmek.

Uzun zamandır ‘medeniyet’ adına adım adım ve son derece incelikle uygulanan, tüm insanlığa teşmil edilen uygulamaların aslında bu nihai hedefe götüren basamaklar olduğu ortaya çıkmaktadır. Hedonizmin yaygınlaşmasıyla zaten ölüm sonrası yaşamı tamamen unutmuş insanoğlu, yalnızca hormonları aracılığıyla elde ettiği hazları, varoluşunun yegâne amacı olarak kabul etmektedir. İnsanın sadece maddi değil aynı zamanda manevi hayatının temel birimi olan ‘aile’, uzun zamandır aldığı darbelerle yok olmaya her geçen gün daha fazla yaklaşmaktadır. Önceleri tüketim araçlarının en elverişlisi görülen cinsellik, tabii mecrasından çoktan çıkmıştır. Tabiatın tahribi ile insan fıtratının tahrifi, aynı zihniyetin yansımalarıdır.
 

III.

Bugünün dünyasının hâkimi maddedir. Maddenin temel özelliği duyularla algılanması ve sayılabilir olmasıdır. İnsanoğlu da bu iki hususiyetin yani duyusallık ve niceliğin hâkimiyeti altındadır. Bugünün insanının yaşamının amacı, sadece görmek ve görülmek, işitmek ve işitilmek, dokunmak ve dokunulmaktır. Kendisini kuşatan gerçeklik, fıtratı bozulduktan sonra yeniden üretilmeye ve kurgulanmaya çalışılan ‘modern insan’ için bu yüzden yeterli gelmemektedir. Teknoloji aracılığıyla geliştirilen ve yaygınlaştırılan sanal bir âlem, hızlı bir şekilde gerçekliğin yerine ikame edilmektedir.

Çağın içinde bulunduğu durum, aslında internet ile yaygınlaşan/yaygınlaştırılan bu sanal âlemden farksızdır. İnsanın her şey olabildiği ama kendisi olamadığı, tamamen kurgusal ikinci bir gerçeklik geçen asırdan beri sakatlanmış insan ruhunu kendisine cezbetmektedir. Her türlü şiddet, sadizm ve cinsellik işte bu sanal âlemde kurgusal olarak tecrübe edilebilmektedir. Böylece insanı yok eden sarmal ortaya çıkmakta: İnsan, içinde yaşadığı gerçeklikte mutsuzdur. Çünkü ona, hayvanlardan ve tamamen rastlantılar sonucu evrilmiş karmaşık bir organizmadan ibaret olduğu, hiçbir temel farklılığı bulunmadığı ve ölümle yok olacağı öğretilmiştir. Varlığının dünyevi olan dışında bir boyutu olmadığına inanan insan, sürekli değişim içindeki gerçeklikle mutlu değildir. Bu mutsuzluktan kurtulmanın yolunu ise üç boyutlu görüntüler ve stereo sesler içinde bedenini saran gerçeklikten uzaklaşmakta arayan insan, bilgisayarı kapatıp geri döndüğünde; kuşatıldığı maddi gerçeklikte iki kat mutsuzluğa mahkûm olmaktadır.

İnsanlık, içine girdiği kabın şeklini alan bir sıvıya dönüşmüştür. Böylece kendi yaratılışının derinlerindeki manevi sızıyı, aslında bu dünyaya ait olmadığını unutmanın yolunu bulmuş görünmektedir. Bilimler, insanoğlunun önüne olağanüstü nicelikte ve incelikte bilgiler yığmaktadır; fakat bu bilgilerin tümü, insanın özü dışındaki şeyler hakkındadır.  Böylece modern öncesi kadim dünyanın sahip olduğu hikmet, ortadan kaldırılmıştır. “İlim kendin bilmektir” düsturu, insanı ilahi bir varlık kılan bilme aşkını öldürmüş ve ilim adamını, maddi refahı elde etmek karşılığında bilgi üreten makinelere çevirmiştir.

İnsanlık, tarihinin pek çok safhasında ve coğrafyasında türlü buhranlar yaşamıştır. İnsan, bu buhranların bazılarını aşabilmişken bazılarında ise dağılıp perişan olmuştur. Kur’ân’ın ilahi mesajı, insanoğlunu sürekli bir biçimde ‘akl’ını kullanmaya davet etmektedir. Bundan on dört asır önceki cahiliye içinde insana seslenen ilahi hitap, buhranı aşmayı sağlayacak ilk hamlenin ‘akıl’ın kullanılmasıyla başlayacağını söylemektedir. Fakat bu ‘akıl’, modern çağın ‘ratio’ ile sınırladığı akıl değildir. Belki de bizler, öncelikle insanı düşünmeye davet etmeliyiz. Fakat insanı, ilahi olana çağırıp  irtibatlandıracak olan ‘akıl’ ile düşünmeye!..


*Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi