Jeopolitik Kaderimiz: Merkez Ülke Olarak TÜRKİYE
Bünyamin Bezci*
Modern insan, doğasına hâkim insandır. Geleneksel insan ise doğasına uyum sağlayan insandır. Oysa doğa ile kurduğumuz ilişki çoğu zaman kültüreldir, ne bir hâkimiyet ne de bir tabiiyet ilişkisidir. Bu nedenle insan doğasını biçimlendirirken aslında doğa da onu değiştirir. İnsanın doğaya egemen olarak kurduğu düzen bir coğrafyaya oturması ile başlar. O nedenle iskân ile düzen arasında sıkı bağlantılar vardır. İskân olmadan düzen iddiası havada kalır. Bu nedenle göçebe toplumların ancak iskânla devletleşebildiklerini İbni Haldun’dan beri biliyoruz. İskânın düzene dönüşmesi üretimin örgütlenmesiyle alakalıdır.
Almanca’daki “nomos” ifadesinin üç anlamı vardır; nehmen (almak), teilen (paylaşmak) ve weiden (otlatmak, yayılmak). Bir anlamda fethettiğiniz yerleri paylaşıp örgütleyebildiğiniz ve yayılıp iskân edebildiğiniz kadar sahiplenirsiniz demektir. Cümleyi tersinden kurarsak bir halkın nomos’u iskân etmek ve düzen kurmak için yapılan fetihle açılır/başlar. Aslında her iskân ve düzen (ortung und ordnung) coğrafyanızı biçimlendirir. Coğrafyaya oturdukça mekân da sizin zihninize göre yeniden form kazanır, mekân form kazandıkça sizi dönüştürür.
Ne zaman bu mekâna iskân etmeye başladık? Malazgirt ile birlikte Türklerin Anadolu iskânı başlamıştır. Fakat iskân edilen mekânlarda bir düzeni ne zaman kurduk? İstanbul’un fethiyle birlikte Anadolu’ya “iskân” bir “düzene” kavuşmuştur. Konya ve Karaman Selçuklularının kurduklarını zannettikleri düzenin sadece iskân olduğunu Osmanlılar göstermiştir. Zira Konya ancak yerel coğrafi akışların merkezi olabilirdi. Oysa cihanşümul bir devletin kara ve denizi birleştiren bir akış mekânına ihtiyacı vardı ve böylesi bir mekân İstanbul’dan başka bir yer olamazdı. İstanbul’un fethi Osmanlı devletinin asıl kuruluşudur. Artık İstanbul’a yerleşen devletin/düzenin bir daha yerinden kımıldamaması mekâna iskânın tamamlandığını göstermektedir. Neredeyse yıkılırken bile Ahmet Cevdet Paşa’nın devletin dört temel direğinden biri olarak İstanbul’u sayması boşuna değildir. Cumhuriyetin Ankara’sı uzun yıllar süren kaybedişler ve acılarla birlikte düzenin içe kapanmasının ve gömülmesinin sonucudur. Nitekim Anadolu merkezli Cumhuriyetin başkenti Ankara olsa da İstanbul’a akışlar durmamıştır. İstanbul, ticaretin, finansın ve ekonominin yani üretimin/weiden başkenti olarak kalmıştır.
Eğer Schmittvari bir “Grossraum”dan bahsedeceksek bu bölge İstanbul merkezli bir bölgedir. Yirminci yüzyılın siyasal düşünürü Schmitt, küreselleşmeci liberal kapitalist sistemin de klasik modern devlet örgüsünün de vadesinin dolduğunu söylerken çok haksız değildi. Modern küresel kapitalist sistem düşmansız ve kendi kendine işler bir sistem vaad etmişti. Bu sistemin mentörü çoğu zaman ekonomi, o yeterli olmayınca devlet ve hatta toplum olacaktı. 2008 krizi ve sonrasındaki krizlerin aralıklarının artmasıyla küresel düşmansız liberal demokrasiler güvenli limanlar olmaktan çıktı. Fakat dönüş kendini hapsettiği sınırları ve homojen halkı üzerinde tartışmasız egemenliğe sahip klasik modern devlete de olmadı. Sınırların büyüsünü teknoloji bozdu. Sınırları dikkate almayan silah teknolojileri ve iklim sorunları devletin düzenini korumak adına sınır dışına taşmasını şart koşuyor. Halkın homojenlik büyüsünü de göçler bozdu. Giderek artan ve artacak olduğu açık olan uluslararası göçler halkların kültürel ve politik birliğini tehdit etmektedir. Bu anlamda yeni duruma uyum ne sınırları kutsallaştırıp halkın homojenliğini korumaya çalışmakta ne de düşmansız, sınırsız, ekonomi temelli bir ütopik dünya federasyonundadır.
Yeni bağlamı açıklamaya geçmeden önce buraya nasıl geldiğimizi ele almak gerekiyor. Bunun için de küresel kapitalizm içinde modern devlet biçiminin nasıl dönüştüğünü görmek gerekmektedir. Modern devletin tarihi ile küresel kapitalizmin tarihi at başı gitmektedir. Burjuvazinin daha geniş pazarlar istediği 16. Yüzyılda modern devlet formlarını desteklediği görülmektedir. Bu form homojen toplumsallığı ve sınırları üzerinde egemen olan bir politik formdur. Kraldan ziyade önemli olan da kuraldır. Bu nedenle modern devlet formu bozulmadan Kralların hâkimiyetinden parlamentoların hâkimiyetine geçiş olabilmiştir.
19. yüzyıla gelindiğinde görüldü ki modern devletlerin sınırları içindeki ahaliye egemen olması yeterli değildi. Aynı zamanda ahaliyi politik birlikte buluşturmak, buluşamıyorlarsa bizatihi bu birliği yaratmak gerekmekteydi. Bu nedenle eğitim başta olmak üzere ahaliden ulus yaratan araçlar devreye sokulmuştur. Milli devletler aynı zamanda ahaliye yeni bir politik ruh kazandırmış ve onların enerjisini/fedakârlıklarını örgütlemiştir. Bu bağlamda tüccarların piyasayı genişletmek için destekledikleri Mutlak Krallıklar, ulus devletlere dönüştüğünde de güçlerine güç katmıştır.
Kapitalizmin olgunluk aşamasının üç temel entite üzerine kurulu olduğunu unutmamak gerekmektedir. Bu entiteler de tarih içinde birbiri içinden doğarak bağımsızlaşmıştır. Bugün kapitalizm demek “devlet”, “toplum” ve “piyasadan” oluşan üçlü ilişki biçimi demektir. Eski Yunan için sadece devlet vardı. Polis, hem devlet, hem toplum hem de piyasa idi. Devletten ayrı bir toplumsallık düşünülemediği gibi ekonomi, sadece ev idaresi anlamını taşımaktaydı. Roma’da Polis’in Civitas olarak çevrilmesinden kaynaklanan bir anlamsal kayma gerçekleşmişti. Zira Civitas aynı zamanda toplum demekti. Bir anlamda juris sociatas kurallı toplumsallık olarak devlete işaret ederken civilis sociatas devlet dışındaki başıbozuk, kuralsız toplumsallığa işaret etmekteydi. İkincisine artık sivil toplum diyoruz.
Kapitalizmin en önemli farklılığı modern devletle birlikte piyasanın da üçüncü bir entite olarak devlet ve toplumun yanına eklemlenmesi olmuştur. Kapitalizmin bu üçlü paradigması tarihin meydan okuyuşlarına karşı yeni formlar kazanarak kendisini korumuştur. Ulus fikriyle toplumsal açıdan güçlenen devlet, temsili demokrasi ile burjuva için yönetilebilirlik kazanmıştır. Politika savaş meydanlarından parlamentolara doğru kaymıştır. Parlamenter demokrasinin sıradan insanlara iki temel vaadi vardır; ortak akılla müzakere ederek karar almak ve bu kararı kapalı kapılar ardında değil kamusal alanda herkesin gözü önünde almaktır. Yani müzakere ve aleniyet. Parlamenter demokrasi hukuk devleti kavramıyla taçlanmasaydı devletin politik gücünü dizginleyen bir enstrümana da kavuşamazdık. Hukuk devleti nihayetinde Taç ile devletin ayrılmasıydı. Tanzimat adamları bile aynı mantıkla taht ile devleti ayırmış ve kendilerini padişahın kulu olmaktan çıkararak devletin adamı yapmışlardır. Meşrutiyetle birlikte gelen iktidarın sınırlandırılması ve anayasacılık hareketlerinin temelinde taht ile devletin ayrılması yatmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında devlet artık hem ulus-devlet hem parlamenter sistem hem de hukuk devletidir. Her üçünü de besleyen piyasadır. Piyasa, görünmez bir el tarafından kendiliğinden düzenlendiğinden devletin müdahalesinden uzaktır. Devletin topluma müdahalesinin önünü de hukuk devleti tıkamaktadır. Dahası parlamenter sistemle devletin politik iradesi de ulusun/burjuvanın politik iradesine tabi olmuştur. Burjuva açısından rüya gibi devlet konseptini ilk bozanlar 1848 işçi devrimleri olmuştur. Fakat demokrasinin kitleyi mobilize ederek kontrol altına alma yeteneği vardı. Savaşlar ulusun mobilizasyonu için biçilmiş kaftandı. Bu nedenle kapitalizm yeni bir denge kazanasıya kadar milliyetçilik, kapitalizme sosyalizmi bile gölgede bırakan bir hareketlilik sağlamıştır. Piyasanın aktörlerinin bu hareketten bereket çıkardıklarını ve zenginliklerine zenginlik kattıklarını unutmamak gerekmektedir.
1929 ekonomik buhranı kapitalizmin de yeni bir form kazanmasına neden olmuştur. O güne kadar piyasa ağırlıklı olan üçlü paradigma krize girmiştir. Piyasayı krizden çıkaran devlet oldu. Devletler ABD’de olduğu gibi kapitalist refah devleti uygulamalarıyla ya da Almanya’da olduğu gibi sert faşist devlet uygulamalarıyla piyasayı konsolide etmişler, yani bir nevi ıslah etmişlerdi.
Almanya ve Sovyetler Birliği örneklerini yani faşist ve sosyalist örnekleri tarihin bir kenara bıraktığını düşünürsek devletin kapitalist dünyada izini sürmek daha anlamlı olacaktır. Almanya, yarattığı heyecan dolu mobilizasyonla devletin çağının kapandığını ve yeni devletler birliği denebilecek Reich’ın çağının geldiğini düşünüyordu. Bu büyük alanlarda hakim olan ve çekirdeğine doğru değer akımını hedefleyen yeni politik form Almanya’nın yenilgisi ile birlikte yok oldu. Dikkat edilirse “Reich” iddiası bir taraftan imparatorluğun gevşek egemenlik dünyasına geri dönüşe işaret etmezken diğer taraftan da ulus-devlet sınırlarını yeterli görmemektedir. Schmitt’in “Grossraum” dediği yeni siyasal form sıkı egemenlik ilişkisi kurulmuş bölgesel imparatorluk gibidir. Bu nedenle AB’nin politik birlik olabilmiş haline benzemektedir. Fakat politik birlik için ekonomik ve mali birlik ile piyasa entegrasyonu yeterli değildir. Ayrıca beraber karar alabilecek ve uygulayabilecek bir politik birliğin oluşması ve ortak emir komuta zincirine tabi bir güvenlik ağının/ordunun kurulması gerekmektedir. Oysa AB, bu tür bir politik birlikten çok uzaktadır ve giderek daha da uzaklaşmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni kapitalizmin politik üstünlüğünü perçinlemiştir. Hem savaşın yaralarını sarmak isteyen hem de sosyalizme karşı sınır hatlarını korumak isteyen kapitalist ülkeler halklarını rahat ettirecek refah harcamalarını da artırmıştır. Bölgesel güçler yerine BM çatısı altında ortak bir dünya ve insanlık tasavvuru oluşturmaya çalışmıştır. Savaş sonrası devlet harcamalarıyla beslenen piyasa 70’lerin başında mali bir krize girmişti. Arap-İsrail savaşı sonrasındaki petrol ambargosunun tetiklediği mali krizi devletler ancak yüklendikleri ağırlıkları atarak aşabilmiştir.
Kapitalizmin mantığı içinde devletin taşıyamadığı yükleri boşaltacağı iki entite bulunmaktadır. Biri “piyasa” diğeri de “toplumdur”. Neoliberal iktisadi ve siyasi sistem olarak tanımlayabileceğimiz yeni denge devlet odaklı olmaktan çıkan politikanın piyasa ve toplum odaklı olmaya dönüşmesidir. Böylelikle devletler yeni bir form kazanmıştır. Refah devletinin taşıyamadığı yüklerin bir kısmının piyasaya aktarılmasına literatürde özelleştirme adını vermiştik. 70’lerde neredeyse ekonominin %60'ından fazlasını işgal eden devlet, Türk siyasetinde de bu yükü kaldıramaz olmuştu. Bankacılıktan sigara üretimine, fındıkçılıktan pamukçuluğa, demir-çelikten çimentoya kadar birçok ürünü üreten devlet, 1980 sonrasında piyasadan üretici olarak çekilme düzenleyici olarak kalma iradesi göstermiştir. Uzun süre patrimonyal devletin rant dağıtım aracı olan kamu iktisadi teşebbüsleri (KİT’ler) piyasaya devredilerek devletin yükü hafifletilmeye çalışılmıştır.
Neoliberal zihnin ikinci önemli ayağını da toplumun öne çıkmasıdır. Artık toplum sivil sıfatıyla birlikte anılmakta ve devletin yönetsel ortağı olarak görülmektedir. Devlet açısından ise taşıyamadığı yüklerin bir kısmını devredeceği bir entiteden ibarettir. Devlet erişemediği yerlerde sivil inisiyatiflerin yerini kapatmasını ve görevlerini üstlenmesini beklemekteydi. Bu nedenle 80’ler boyunca dernekleşme ve vakıflaşma teşvik edilmiştir.
Yeni siyasetin itici gücü ise küreselleşmedir. Küreselleşme, devletin egemenliği törpülemiştir. Postmodern küreselleşme, bir taraftan ulus-devlet fikrinin ulus ayağını parçalarken diğer taraftan da devletin egemenliğini bağımlılık ilişkileri çerçevesinde seyreltmiştir. Devletin egemenlikle ilişkisinin yumuşaması uluslararası şirketlerin siyasette söz sahibi olmasını da olanaklı kılmıştır. Böylece 90’lar boyunca ekonomik akıl, siyasi iradenin yerini almıştır. Siyasi irade sahipleri Özal ile birlikte ekonomik aklı önceleyerek politika üretmiştir. Piyasanın güçlenmesine ve derinleşmesine sebep olan ekonomik aklın öncelenmesinin demokrasiyi de güçlendireceği düşünülmekteydi. 80’lerde ülkeyi zenginleştirecek olan ekonomik liberalizasyonunun demokrasiyi de mümkün kılacağına kesin gözüyle bakılmaktaydı. Kısmen haklı olan bu düşünce biçimi Çin’in ekonomik liberalizasyonun yanında siyasi olarak otoriter kaldığı görüldüğünde çöktü. 90’larda Türk siyasetinde siyaset üstü ekonomik karar mekanizmalarının oluşturulması elzem olarak kabul ediliyordu. Zira siyasetin ekonomik rantın dağıtımında rasyonel davranamadığına dair inanç yerleşikti. Bu nedenle istikrarsız siyasi kararlarla önünü göremeyen piyasaya karşı ekonomik akla dayalı kararlar alan üst kurullar kurulmaya başlandı. Ancak 2001 krizi sonrasında IMF müzakereleri “küresel ekonomik aklın” “milli çıkarlarla” örtüşmediğini ortaya çıkarmıştır.
Siyasi anlamda 21. yüzyıl 2000’de değil 2008’de başlamıştır. Zira modern devletin neoliberal formu 2008 mali kriziyle birlikte değişim geçirmiştir. 1970’lerde refah devletinin yerini alan neoliberal devlet mali bir kriz üzerine oturmaktaydı. Fakat 2008’de mali krizde olan artık devlet değil toplumdu. Devletlerin borçları olağan dışı artmış değildi. Ev kredilerini ödeyemeyen halkın sıkıntısı piyasada dengeleri alt üst etmişti. Piyasanın en güvenilir, en çok ödenen borçları olarak ipotekli konut finansmanından ürettiği mali entsrümanlar geri dönmeyince bütün dengeler alt üst olmuştu. Bir anlamda 1929 ekonomik buhranı başka bir bağlamda yeniden yaşanmaktaydı. 1929’da sorun piyasanın tüketimi aşan üretim olmuştu. Devletler yaptığı harcamalarla tüketim üzerinden piyasayı yeniden canlandırmıştı. 1930-1970 arası devletin finanse ettiği tüketim üzerinden hem savaş hem refah yaşanmıştı. 1970-2008 arasında ise tüketimin finansmanı piyasa aracılığı ile toplumun üzerine aktarılmıştı. Yani devleti darboğazdan piyasa ve toplum kurtarmıştı. Son mali kriz ise piyasayı ve toplumu kurtarma adına devleti yeniden geri çağırmıştır.
Türk siyasetine etkisini ekonomik anlamda 2010 sonrasında politik anlamda 2013 sonrasında gördüğümüz yeni siyasi dengelerde devletler de yeni formlar kazanmıştır. 2020’de yaşanan pandemi devlet açısından uzun zamandır yaşanan süreci teyit etmiştir. Kapitalizmin denge noktasını bir kez daha devlet oluşturmakta ve piyasa ile toplum ona tabi olmaktadır. Türk siyasetinin devlet idesine de uygun olan bu tavır, biraz da tarihsel tutarlılık sebebiyle zannedilenden daha kolay benimsenmiştir. Pandemi sırasındaki performansı da benimsenen tavrın testini oluşturmuştur.
Sombart aşk ve lüksle birlikte gelen israfın kapitalizmi yarattığını söylemekteydi. Bireysel yaşamın zirvesi olan 21. Yüzyılda aşk kalmasa da lüks borçla finanse edilmeye devam etti. Bu nedenle refah devleti sonrasında kendi haline bırakılan toplum giderek borçlandı. Kapitalizm, daha önceleri bedava olan her şeyi birimleyerek ölçülebilir ve satılabilir hale getirdi. Yaşamını ancak borçla finanse edebilenler artık komşusundan ya da akrabasından borç da alamaz oldu. Borç alabilecek olanlar da kişisel ilişkilere boyun eğmek yerine soyut bankacılık sistemlerine borçlu kalmayı tercih ettiler. Gelişen teknoloji ve artan hareketlilik borçları daha da artırdı. Ev, araba, tatil, bayram, düğün ya da elektronik aletler için borçlanan toplum kapitalizmin dilemmasını oluşturdu. Bir taraftan harcama yapılmadığında dönmeyen çarklar, diğer taraftan borçlar altında ezilen toplum. 80’lerde kendi haline bırakıldığında daha özgür olacağı sanılan toplum giderek borçla prangalarını sağlamlaştırmıştı. Piyasanın ve sivil toplumun güçlenmesinin demokrasiyi de güçlendireceği düşünülmekteydi. 2008 krizi piyasayı alt üst ederken toplumu da telaşa sürükledi.
Önce finansal kriz sonrasında pandemi, piyasanın da toplumun da devleti yardıma çağırmasıyla sonuçlanmıştır. Dünyanın yeniden kurulduğu anlarda devletin öne çıkması kadar doğal bir şey yoktur. Zira halkın politik birliğini temsil eden devlet, piyasada da egemen olarak söz sahibidir. 90’lı yılların politikasına hâkim olan ekonomik kararların üstünlüğü ve önceliğinin kriz anlarında anlamı kalmamaktadır. Dahası yapısal anlamdaki devletin öne çıkması kısa süreli konjuktürel bir durum da değildir. Olağanüstü halin sıklaştığı hatta Agamben’e göre kural haline geldiği dünyada devletten başka sığınak da kalmamaktadır.
Türk siyasetinde Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemiyle Türk halkı katıldığı referandumla siyasi yönetim şeklinde kayda değer bir yenilenmeye iradi bir destek olmuştur. Pandemi öncesinde halkın en büyük şansını da karar mekanizmalarının hız kazandığı ve krizlerle baş etme konusunda iradesi güçlü bir devlete sahip olmasıdır. Türk siyasetinin devletle kurduğu ilişkiyi Çin ya da Rusya’nın devlet odaklı kalkınma hamlesiyle birlikte ele alabiliriz. Fakat yönetim biçimini muhaliflerine söz hakkı vermeyen otoriter yönetimlerden ziyade ABD’nin “Büyük Amerika” politikasına benzetebiliriz. Sadece finansal para politikaları açısından değil yatırımların yönlendirilmesi ve finanse edilmesi açısından da devlet riski üstlenmektedir. Otomobil fabrikası gibi büyük bir tesis kurmaya çalışanların asıl itici gücünü piyasa dinamikleri değil devlet oluşturmaktadır. Piyasanın dinamikleri harekete geçirme konusunda batılı liberal demokrasiler de 2008’de biraz utangaçça olsa da pandemi sonrasında açıktan devlet idesine yaslanmaktadır. Bu anlamda Türk siyasetinin küresel siyasetin dışında kaldığı söylenemez. Bugün Türk siyasetine piyasacı ve toplumcu dinamikler kazandırmak isteyenler aslında ekonominin her türlü manipülasyona açık kalmasını isteyen küresel şirketlerdir.
Türk siyasetinde piyasa 90’larda başbakanı bile belirleyebilmekteydi. Fakat 2008 krizi kadar olmasa da pandemi piyasayı da devlete bağımlı kılmıştır. Pandemi sürecinde maske üretimi ve piyasasını yöneten devlet, gerektiğinde her ekonomik alanı politikleştirebileceğini göstermiştir. Bir nevi olağan hallerde işleyen ekonomik dinamikler olağanüstü halde egemenin son sözü söylediği politik bir nitelik kazanmaktadır. Devletin elde ettiği gücün sınırsız olduğunu da düşünmek hata olacaktır. Nihayetinde ekonomik alanda devlet, bir alanı politikleştirecekse toplumsal meşruiyet gibi ince bir çizgide yürümek zorundadır. Zira politikleştirdiği her alanın kendi iç dinamiklerinde aynı zamanda kırılmalar yaratır. Bu kırılmalar kalıcı hale geldiğinde ise ekonomik ya da toplumsal alanlar kendi iç dinamiklerini kaybeder. Devletin bu alanları düzenlemesi her zaman ivme kazandırıcı ve onarıcı olması gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, dünya sisteminin değişiminden payına düşeni kendi bekasını kollayarak almaktadır. Dünya kapitalist sistemi de artık piyasa ve toplum odaklı değil, devlet odaklı işlemektedir. Peki ama bu yeni devlet biçimi klasik modern devlet midir? Sınırlarını kıskançlıkla koruyan sınırların dışında ne olduğuyla ilgilenmeyen ve halkının homojenliğinden taviz vermeyen, bu nedenle göçle gelenlerin uyumunu değil geri gönderilmesini isteyen bir modern devletin 21. Yüzyılda ayakta kalma şansı var mıdır? Yoksa coğrafyasını kader olarak kabullenerek ona şekil vermeye mi çalışmak gerekmektedir?
Devlete dönüşün dar kalıplara bir dönüş olmadığı açıktır. 21. Yüzyıl devleti artık bir bölgesel merkezdir. Ancak merkez olabilen devletler devlet olma niteliğini koruyacaktır. Bölgeselleşme bir yayılma politikası değil bir toparlanma politikasıdır. Merkezleşme olarak işleyen yeni bölgeselleşme, aşkınlık değil içkinlik peşindedir. Merkezleşme, ekonomik, politik, sosyal ve kültürel akışlarının önündeki engellerin kalkmasıyla ilgilidir. Coğrafyanın kaderi zaten akışın yönünü belirlemektedir. Türkiye’nin jeopolitik olarak yapması gereken akışa engel olan barajları kaldırmaktır. Bu anlamda bahsedilen merkez sadece kültürel bir merkez de değildir. Bu nedenle merkezleşme olarak bölgeselleşme, ne bir “Yeni Osmanlıcılıktır” ne bir “Turan İdealidir” ne de bir “İslam Birliğidir”. Temelinde mekânın yapısal zorunluluğu olan ekonomik, kültürel, politik ve sosyolojik akışların debi kazanmasıdır. Bu anlamda İstanbul’a akan coğrafyanın kaderiyle hemhal olmuş bir merkezleşme süreci yaşanmaktadır.
Bugün Akdeniz’de, Suriye’de, Irak’ta, Balkanlar’da, Ukrayna’da, Mısır’da, Libya’da, Gürcistan’da, Azerbaycan’da ve hatta Ermenistan’da akışlar İstanbul yönündedir. Türkiye’nin yaptığı ise kapitalist küresel sistemin krizinin yarattığı fırsatları jeopolitik bağlamda değerlendirmekten ibarettir. Yeni bir jeopolitik olarak merkezleşmenin en önemli farkı; yayılmacı değil, toparlayıcı olmasıdır. Türkiye, dış politikasını etik ve ekonomik merkezli yürüttükçe merkezileşme imkânını güçlendirmektedir. Etik politikalarıyla coğrafyanın umuduna dönüşen Türkiye, ekonomik politikalarıyla herkesin kazandığı bir sistem inşa etmektedir. Bu nedenle kapitalist sistemin sömürüsünün devamını temsil etmediği gibi coğrafyasında yaşanan haksızlık ve zulümlerden kaçanların sığınağı haline gelmektedir. Gelenleri güç olarak gören bir Türkiye, coğrafyasında hegemonik bir “merkez” haline gelecektir.
Örneğin AB gibi bir mekân Brexit’le birlikte küresel iddialarından vazgeçmiştir. Paris ile Berlin’in rekabetini birleştirecek bir Viyana da artık yoktur. Bu nedenle AB ne küresel bir iddiadır ne de merkezleşme iddiası taşıyabilmektedir. Türkiye ise bu tür jeopolitik vizyona liderlik konumunda hazır olsa da toplum olarak henüz hazır görünmemektedir. Eğer coğrafya kaderse toplum da merkezileşme kaderine razı olmak zorunda kalacaktır. Ya da sınırlarımızın ötesini görmezden gelen ufuksuzluğumuzla kendi kendimizi hapsedeceğiz.
Schmitt’in Almanya için düşündüğü Grossraum jeopolitiğinin günümüzde en önemli temsilcilerinden biri Türkiye’dir. İstanbul’a akan bir coğrafyanın merkezileştirdiği Türkiye gibi dünyayı bekleyen yeni merkezlerdir. Bu anlamda merkezler arası rekabet ya da düşmanlık artarken merkeze doğru akışlar da artacaktır. bu durum, yeni jeopolitik mekânın dayattığı bir akış halidir, bütünleşme hali de değildir. Alanın birleşmesinden ziyade işbirliği artacaktır. Bu nedenle alanda kurulan eski sömürü dönemine kadar giden hegemonyalarla da çatışmalar olacaktır. Türkiye’nin Akdeniz’in her karışında Fransa ile çatışması boşuna değildir. Balkanlar Almanya ile Ortadoğu ise İngiltere ile çatışma alanları olacaktır. Çatışmaların ana dinamiği akışların yönüyle ilgilidir.
Diğer taraftan küresel kapitalizmin yeniden güven halkalarını kurması, tedarik zincirlerini işler kılması ve ekonomi temelli bir dünya barışını sağlaması yakın gelecekte mümkün gözükmemektedir. Küresel sistemin alternatifi bir kültürler çatışması da değildir. Zira merkezleşme, mekânsal bir temele dayanmaktadır, kültürel temele değil. Mekânda ne kadar kültüre açıksak o kadar merkezileşme potansiyeli taşımakta olacağız. Mekân, ne kadar üretim gücü ve doğal kaynağa sahipse merkez de o kadar hegemon olacaktır.
Mekan ne kadar kader olsa da insan ona yeni bir ruh kazandıramıyorsa merkezleşme mümkün olmayacaktır. İstanbul’un fethinden sonra şehir Konstantinapol olarak kalsaydı mekanın itici gücü heba olup giderdi. Ayasofya’nın yeniden cami oluşu kadere razı oluştur. Kim ki Ayasofya cami yapılırken coşku değil de korku ya da ürperti duymuşsa kaderden habersizdir.
*Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi