Dünden Bugüne Siyonizm

*Prof. Dr. AHMET TÜRKAN

Siyonizm, köken olarak siyon kelimesinden türemiştir. Siyon, Yahudilerin kutsal kitabında Kral Davut tarafından fethedilip krallığın merkezi yapılmış olan Kudüs için kullanılan bir isimdir. Ancak bu kelime zamanla bütün İsrail topraklarını kapsayacak bir anlayışı ifade eder hale gelmiştir. Yahudi halkının kitlesel halde tarihi yurtlarına dönüşü anlamında kullanılan Siyonizm anlayışı ise daha çok 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmıştır.

Günümüzde dünyanın dini haritasına bakıldığında takriben yüzde 33 Hıristiyan, yüzde 25 Müslüman ve yüzde 0,2 oranında Yahudi nüfusunun bulunduğu görülür. Nüfusun oldukça gerilerde olmasına karşılık Yahudi Siyonizmi konusu bir buçuk asırdır dünyanın gündemini oldukça fazla meşgul etmektedir. Dolayısıyla Siyonizmi iyi anlamak için 2000 yıllık özellikle son 200 yıllık Yahudi tarihini ve Yahudilerin Batılılarla olan ilişkilerini iyi anlamak gerekir.

Bir tarihi eseri topraktan çıkarırken arkeoloğun hassas fırçasıyla işine titiz bir şekilde yaklaşması gibi Siyonizmi anlayabilmek için de tümel değerlendirmelerden kaçınarak konuyu tüm boyutlarıyla hassas bir şekilde ele almak gerekir. Aksi takdirde genel değerlendirmeler yapıldığında hata oranı fazla olacak ve isabetli sonuç elde edilemeyecektir. Çünkü her Yahudi, Siyonist olmadığı gibi, Yahudilerin Kudüs’e hâkim olması gerektiğini ve Mesih’in bir an önce gelmesi gerektiğini savunan ateşli Siyonist Hıristiyanlar da vardır. Hatta 1948’de İsrail kurulduğunda Yahudilerin pek çoğu bu devletin meşruiyetine şüpheyle bakarken Siyonist Hıristiyanlar Mesih’in ikinci gelişi yaklaştığı ümidiyle büyük heyecana kapılmışlardır. Diğer yandan dini Siyonizm’den Nasyonel Siyonizm’e kadar pek çok Siyonist anlayış bulunduğu gibi, farklı Yahudi guruplarının bir asır önceki Siyonizm’e bakışı ile bugünkü Siyonizm’e bakışı arasında da pek çok farlılıklar vardır. Bu kimi zaman ilerlemeci(lineer), kimi zaman da döngüsel tarih anlayışı doğrultusunda gelişen bir süreçtir.

Kudüs’ün Kaybedilişi ve Askıya Alınan İbadetler

Kudüs’ün ibadet hayatındaki önemi, Yahudi devletinin Mesih tarafından bu topraklarda kurulacağı inancıdır. Yahudiler için Süleyman Mabedi, hac ve kurban açısından çok önemlidir. Fısıh, Şavvot ve Şukot bayramlarında her erkek, kurban takdimi için mabette bulunmak zorundadır. Kudüs Yahudiler için sadece Rabbin seçtiği bir şehir değil, aynı zamanda meskenidir. M.S. 70 yılındaki mabedin yıkılmasının ardından Yahudilerin hayatında Kudüs daha az rol oynamaya başlamış, ancak manevi özelliği devam etmiştir. Onlar ibadetlerinde Kudüs’e dönmeye ve yemeklerinde Kudüs’ün yeniden inşası için duaya devem etmişlerdir. Ortodoks Yahudiler Tanrı’nın emriyle gelecek olan Mesih öncülüğünde askıya alınan ibadetlerin tekrar gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Ancak burada da genel bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Örneğin Ortodoks Yahudilere göre M.S. 70 yılında askıya alınan kurban, dua ve ibadetlerin yerine geçmiştir. Mesih’in gelişiyle birlikte tekrar uygulamaya konulacaktır. Muhafazakâr, Yeniden Yapılanmacı ve Reformistlere göre kurban, eskiden yapılan ancak bugün geçerliliği olmayan bir ibadet biçimidir. İbadetin geri gelmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Tapınak Enstitüsü gibi birtakım gruplar henüz Mesih gelmemişken Kudüs’te kurban ibadetini yerine getirmeye çalışmakta ve günümüzde sık sık  kavgalara neden olmaktadır. Diğer yandan Mesih Döneminin vejetaryen bir dönem olacağını savunup kurbanın artık geçerliliğini yitirdiğini söyleyen Yahudi gruplar vardır. Mabedin yokluğunda askıya alınmış olan kurban ibadetine bakış açısında farklılıklar olsa da yukarıda sayılan grupların Filistinli topraklarında bir Yahudi devletinin var olması noktasındaki görüşleri birbirine yakındır. Dolayısıyla Yahudi kutsal kitabındaki emirleri uygulamaya bakışla, Filistin’de bir Yahudi devleti kurma anlamındaki Siyonizm ideali her zaman doğru orantılı seyretmemektedir.

Siyonizmin Dini Temelleri ve Dönüşümü

Yahudilerin hem yazılı hem de sözlü dini metinlerinde Kudüs’ün kaybedilişi ve oraya tekrar ulaşma arzusuna dair buyruklar vardır. Örneğin Mezmurlarda “Çevredeki kavaklara Lirlerimizi astık. Çünkü orada bizi tutsak edenler bizden ezgiler, bize zulmedenler bizden şenlik istiyor, ‘Siyon ezgilerinden birini okuyun bize!’ diyorlardı. Nasıl okuyabiliriz Rabbin ezgisini El toprağında? Ey Yeruşalim (Kudüs), seni unutursam, Sağ elim kurusun. Seni anmaz, Yeruşalim’i en büyük sevincimden üstün tutmazsam, Dilim damağıma yapışsın!” ibareleri geçmektedir. Dolayısıyla Yahudi tarihinde Kudüs’e özlem her dönem canlılığını korumuştur. Bu özlem, M.S. 70 yılında Roma  İmparatorluğu’nun Kudüs’ü tamamen ele geçirmesi ve Süleyman Mabedi’ni yıkması sonrası daha da artmıştır. Dolayısıyla Yahudiler farklı devletlerin yönetiminde olan Kudüs’e dönmek istemişlerdir. Ancak burada anahtar soru dönüşün hangi irade doğrultusunda gerçekleşeceğidir. Çünkü Yahudi Kutsal Kitabının Yeremya bölümünde geçen “Rab diyor ki onlar, Babil’e sürgün edileceklerdir ve orada, onlar hatırlayacağım kadar kalacaklardır. O zaman onları alacak ve yeniden buraya getireceğim” ibaresiyle bu dönüşün Tanrı’nın eliyle olacağı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Kudüs’ün de içerisinde bulunduğu kutsal topraklar Yahudilerin atası Hz. İbrahim’e ve onun soyundan olanlara Tanrı tarafından vadedilmiş olup, günah sebebiyle Yahudiler bu topraklardan çıkarılmış ve tekrar Tanrı’nın iradesiyle bu topraklara geri döndürüleceklerdir.

Yeni Bir Tarih Felsefesi Gelişiyor

Yahudilerin bazısı, “Çoğunluğu Yahudi olan bir şehirde sürgünde oturmaktansa, çoğunluğu putperest olan İsrail’de oturmak daha iyidir.” derken, diğer bir grup,“Babil’i terk eden kimse müsbet bir emri ihlal etmiştir.” diyerek olayı Kutsal kitapla ilintilendirmiş ve kendi anlayışlarının daha meşru olduğunu ortaya koymuşlardır. Ancak Yahudiler zamanın şartlarının değişmesiyle birlikte yeni bir tarih felsefesi geliştirmiştir. Buna göre, tarihin hedefi insanoğlu olan Mesih’in gelişini hazırlamaktır. Mesih’in şahsından çok Mesihi devir önemlidir. Dolayısıyla kendi gayretleriyle Mesih’in gelişini hazırlamalıdırlar. Yahudi ileri gelenlerinin ekonomik açıdan güçlenmeleri ve dünya siyasetinde etkin konum elde etmeleri bu düşünceye önemli katalizör görevi yapmıştır. Mesih’in gelişini hızlandırma anlayışı, Hıristiyan Siyonistlerle olan ilişkilerini de geliştirmiş ve ortak politika izleme ortamı doğurmuştur.

Reformist Yahudiler ve Siyonizm

Reformist anlayış toplumun ihtiyaçlarına cevap veremediği iddiasıylaOrtodoks Yahudiliğe alternatif olarak 19. yüzyılın başlarında Almanya’da ortaya çıkmıştır. Bu hareket aydınlanma ve modernizm karşısında tıkanan Yahudiliği çağın gereklerine uydurmaya çalışmıştır. Yahudi kutsal kitabının hayattaki karşılığı sorgulanmış, şabat ve koşer kurallarında gevşeklik gösterilmiştir. İbadetlerin uygulanışındaki değişiklik önerilerinin yanı sıra Reformist Yahudiler, Siyonizm meselesine de kafa yormuşlardır. Onlar, Yahudilerin kendi bulundukları ülkeye entegre olmaları gerektiğini söylerken, Yahudilik ile Kudüs arasında bir ayrıma gitmişlerdir. Kutsal topraklara dönüş ve mabedin tekrar inşası geri plana itilerek bir anlamda bulundukları ülkelerin Kudüs olabileceği teması işlenmiştir. Dolayısıyla ilk dönem Reformist Yahudiler, kutsal topraklarda bir Yahudi devletinin kurulması yönündeki görüşleri kabul etmezlerken, sonraları bu konuda da fikir değiştirmişlerdir. Özellikle günümüzde çoğunluk olarak Amerika’da yaşayan Reformist Yahudiler değişen şartlar doğrultusunda Siyonizmin savunucusu ve bir anlamda iki asır önce karşı oldukları anlayışın bugün taşıyıcısı konumuna gelmişlerdir.

Kitlesel Göçler ve Devlet Kurma Hayali

Batı topraklarında yaşayan Yahudilerin Roma döneminden itibaren ortaya çıkan salgın hastalıklardan, kuyuların zehirlenmesinden, Hıristiyan çocukların kaçırılmasından sorumlu tutulmaları ve onların öldürülmeleri veya zorunlu göçe tabi tutulmaları Yahudilerde birtakım arayışların ortaya çıkmasına neden olmuştur.Önyargı, ayrımcılık, nefret gibi pek çok sebepten ötürü Yahudilerin bir bölgeden başka bölgeye göçleri söz konusudur. Bu göçlerin bir kısmı da Osmanlı topraklarına doğrudur. İspanya’dan kovulan Yahudilere Osmanlı sahip çıkmış ve II. Beyazıt Döneminde İstanbul başta olmak üzere farklı Osmanlı topraklarına yerleştirilmiştir. Kudüs’e gidemeyen Yahudiler bu toprakları kendi yurtları gibi sahiplenmişler ve buraya uyum sağlamışlardır. Osmanlı, Batılı devletlerin Yahudileri dışlayan getto anlayışının tersine sosyal ve ekonomik hayatta onlara belli başlı haklar tanımıştır. Hatta Osmanlı topraklarında yaşayan Yahudiler bulunduğu mekânı bir anlamda Kudüs olarak nitelendirerek nostaljik anlamda Kudüs’ün kutsallığını kendi içinde yaşamışlardır.

1492 yılında II. Beyazıt zamanında İspanya’dan İstanbul’a gelen Yahudilerin bir kısmının Kuzguncuk’a yerleştiği, Osmanlı Devleti nazarında da buranın bir Yahudi köyü olarak adlandırıldığı dönemin Osmanlı Arşiv Belgelerinden anlaşılmaktadır. Diğer yandan Yahudiler Kuzguncuk’u “Kudüs’e bitişik bir yer” olarak adlandırmışlar, ölülerinin buraya gömülmesini diğer semtlere göre daha kutsal kabul etmişlerdir.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde İspanya’dan göç eden pek çok Yahudi Safed’e yerleştirilmiştir. İspanya Yahudilerinden sonra Polonya ve Litvanya gibi Doğu Avrupa’dan Aşkenaz Yahudiler de Kudüs’e gelmişlerdir. Bunun yanında“Kutsal Toprakların Onursal Muhafızları ve İstanbul’un İhtiyar Heyeti” isimli bir Yahudi komitesi Kudüs’teki Yahudiler için yardım kampanyaları düzenleyerek Filistinli Yahudilerle diasporadaki Yahudiler arasındaki bağları güçlendirmiştir. Filistin topraklarına yapılan bu göçlere Osmanlı engel olmadığı gibi dini ve kültürel bağların tesisi noktasında da gerekli kolaylıkları da sağlamıştır.19. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise Osmanlı'nın bu göçlere karşı tutumu daha şüphecidir.

Sistematik, bütüncül ve kitlesel halde bir göç dalgası “pogrom”adı verilen Rusya’dan gelen göçlerle başlar.1882 yılı sonrasında yoğunlaşan bu göçlerle birlikte Osmanlı topraklarındaki Yahudi nüfusu artar. Sultan II. Abdülhamit, Siyonistlerin Filistin’deki faaliyetlerinden kuşkulandığı için Yahudilerin bu bölgeye gitmemeleri için çeşitli engellemeler getirtir. Ancak Avrupalı zengin Yahudiler, güçlü devletleri de arkalarına alarak çeşitli bürokratik manevralarla göç konusuna öncülük etmeye devam ederler.

Siyonistlerin faaliyetlerine dair Osmanlı Devlet adamlarında farklı algılar vardır. Devlet adamlarının geneli Siyonistlerin faaliyetlerinden prensipte rahatsızlık duymaktadır. Ancak zaman zaman Batılı zengin Yahudilerin desteğini almak için onların gücünden istifade edilmeye çalışılmaktadır. Diğer yandan bazı devlet adamları nazarında Siyonistlerin bir devlet kurma fikri hakikat ancak gerçekleşmesi ütopiktir. Sebebi ise dünyadaki Yahudilerin büyük çoğunluğunun Siyonistlerin düşüncelerine ikna olmamaları, Osmanlı topraklarındaki Yahudilerin de Siyonistlere mesafeli yaklaşmasıdır. Örneğin Doğu Yahudilerinin modernleşmesinde önemli etkisi olan Alyans okullarının yöneticileri hem İstanbul’da hem de Kudüs’teki Siyonistlere mesafeli durmaktadır. Bunun sebeplerinden biri Siyonistlerin İbraniceyi öncelemelerine karşılık Alyans okullarının Fransızcayı ve Fransız eğitim sistemini ön plana çıkarmış olması, diğeri ise Siyonistlerin faaliyetlerinin Alyans okullarının çalışmalarına sekte vurabileceği ve bundan zarar görebilecekleridir. Alyans mensubu Yahudiler Siyonistlerin faaliyetlerinin Osmanlıyı kızdıracağını ve bir anlamda fincancı katırlarını ürküteceğini düşünmektedir. İstanbul’daki Alyans yetkililerinin raporlarına bakıldığında bu bakış açısı daha yakından görülür. Örneğin İstanbul’daki Alyans okullarının sorumlusu olan İzak Fernandez ile Osmanlı Devlet yetkilileri Rusya ve Romanya’dan gelen Yahudi göç dalgası ile ilgili sürekli görüşme halindedir. Fernandez’e Yahudilerin Suriye’ye göç etmelerine izin verilmeyeceği ve devletin başına dert olan Bulgaristan gibi yeni bir mesele ile uğraşmak istemediği belirtilmektedir. Osmanlı sadrazamı tarafından Fernandez’e ayrıca Theodor Herzl’in düşüncesine karşı olduğu belirtilmiştir. İzak Fernandez de Siyonist düşünceye karşıdır, ancak o Filistin’de oluşturulan Yahudi kolonileri ile ilgili Osmanlı ile aynı görüşte değildir. Nitekim o, “Herzl’in öncülüğünü yaptığı hareket, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudilerin, Alyans okullarının ve Filistin kolonilerinin çıkarlarına aykırıdır” diyerek bu tutumunu daha açık ortaya koymaktadır.

Siyonizm’i Doğrudan veya Dolaylı Etkileyen Unsurlar

Asırlar boyunca Batılılar tarafından Yahudilere karşı uygulanan antisemitik tutumun 19. yüzyılda da artarak devam ettiği görülür. Ancak Yahudiler bu yüzyılda önceki dönemlere nazaran ekonomik ve siyasi arenada savunmasız değildirler. Diğer yandan uluslararası gelişmeler Batılı devletlerin Yahudilere daha yumuşak bir siyaset takip etmesine yol açmıştır. Fransız İhtilali (1789) ile birlikte Yahudilere pek çok ülkede vatandaşlık hakkının verilmiş olması onların toplum nazarındaki meşruiyeti bakımından önemli adımdır. Ancak bu meşruiyetin çıktısının her zaman olumlu olmadığı görülür. Devletin parlamentolarında alınan kararların toplum tabanındaki yansıması hemen gerçekleşmemiştir. Bunun en iyi örnekleri, 1840 yılındaki Şam Vakası, Rahip Mortara Olayı ve Albert Dreyfus hadisesidir. Yahudilere karşı antisemitik tutumu içeren bu üç olayın bir tarafında Fransa vardır. Özellikle Albert Dreyfus hadisesi Yahudiler nazarında bardağı taşıran son damladır. Fransız subayı olan Yahudi kökenli Albert Dreyfus Almanya’ya casusluk yaptığı suçlamasıyla 1894 yılında tutuklanır ve ilerleyen günlerde mahkemeye çıkarılır. Avusturyalı bir gazeteci olarak Theodor Herzl de bu davayı izlemekle görevlendirilir. Kendisi bir Alman milliyetçisi olarak başlangıçta Albert Dreyfus’u haklı bulmamaktadır. Ancak mahkeme esnasında Fransızların “Yahudilere ölüm!” hitabını işitmesi sonradan onu sıkı bir Yahudi milliyetçisi yapar. Yahudi meselesine kafa yorar ve 1896 yılında Yahudi Devleti kitabını yayınlar. Bir yıl sonra dünyanın farklı bölgelerinden gelen 200 delegeyle ilk siyonist kongreyi toplar ve fikir aşamasındaki planlarını bir hedef haline getirir. Bundan sonra Siyonistler bir stratejik plan dahilinde adım adım İsrail’in kuruluşu yolundaki faaliyetlerini sürdürürler. Theodor Herzl’in 1897 yılında Basel’de ilk siyonist kongresindeki "Ben Basel'de Yahudi devletini kurdum. Eğer şimdi bunu bağırarak söylersem herkes gülecektir. Ama, belki 5 yıl içinde, belki de 50 yıl içinde, bunun mutlaka doğru olduğunu herkes görecektir." sözü aslında bunun belli mahfillerde atölye çalışmasının yapıldığı ve bir plan dahilinde sürecin işlediğini göstermektedir.

Theodor Herzl’in siyonist düşünceleri ilk başta Yahudilerin çoğunluğu tarafından kabul gören bir anlayış değildir. Daha çok milliyetçi, seküler kesimlerde taraftar bulmuştur. Ancak 1882 yılında Rus Çarı II. Aleksandır’ın suikasta uğraması ve Yahudilerin suikasttan sorumlu tutulmaları Rusya’dan büyük göç dalgasına neden olur. Dolayısıyla kitleler halinde gelen göçlere bir yurt arayışına girişilmesi Siyonistlerin düşüncelerinin kuvveden fiile geçirilmesine önemli bir bir gerekçedir.

Netice olarak 19. yüzyılın sonlarında Yahudilerin kitlesel halde bir vatana yerleştirilmesi bağlamında Siyonizm anlayışını direkt etkileyen dört etmenden bahsedilebilir. Bunlar; Rusya’dan kavulan Yahudiler ve zorunlu göçler, Albert Dreyfus hadisesi, Siyonist Hıristiyanların revizyonist anlayışının Siyonist Yahudilikle örtüşmesi ve uluslararası konjonktürün Siyonist Yahudilerin lehine olmasıdır.

Alternatif Vatan Arayışları

Yahudilerin Sivastopol başta olmak üzere pek çok limandan gemilerle Rusya’dan sürgün edilmeleri Osmanlı’ya bir göç dalgası oluşturur. Dönemin arşiv belgelerine bakıldığında devletin iaşe ve ibate konusunda Yahudilere yardımcı olduğu, onlara kalacak yerler ayarladığı görülür. İlk gelenler baraka tarzı yerlerde kaldığından sıhhi açıdan problemlere neden olmuş ve o dönemde kolera hastalığı yaygın olduğu için devletin bir takım önlem almasını gerektirmiştir. Osmanlı Hükümeti İstanbul’daki Yahudi Hahambaşılığına yeni göçmen Yahudilere ev tahsisinin yapılıp yapılamayacağını sorduğunda onlar da kendi cemaatlerine ait bir misafirhanelerinin bulunduğunu ancak bunun büyük göç dalgasını karşılayacak nitelikte olmadığını belirtirler. Dolayısıyla mevcut durumda devlet bir taraftan İstanbul’daki Yahudilere kiralama usulüyle mekân tahsis etmeye çalışırken diğer yandan Osmanlı’nın farklı bölgelerine gönderilecek olan Yahudilerle ilgili planlama içerisine girer. Sultan II. Abdülhamit Yahudilerin farklı Osmanlı topraklarına gönderilebileceğini belirtirken, Kudüs’e gönderilmemeleri konusunda kati emirler vermiştir. Ayrıca o, Siyonistlerin bir Yahudi devleti kurması yönündeki hırslarını gözlemlediğinden bürokratlara bu konuda müsamaha gösterilmemesini salık vermiştir.

Theodor Herzl Osmanlı Hükümetinin Kudüs kararlılığı karşısında Yahudilere yurt  elde etmek için farklı mekan önerilerini değerlendirir. Hatta Kudüs’teki Ortodoks Yahudilerle ilgili gözlemleri ondan olumsuz etki oluşturur. Çünkü kendisi her ne kadar Yahudi olsa da seküler bir düşünceye sahip olup, seküler yapıda bir devlet kurmayı hayal etmektedir. Bunun için Kudüs dışındaki başka yerler önerildiğinde buna karşı da çıkmamıştır. Ancak Siyonist Yahudilerin çoğunluğunun Kudüs’ün dışında bir yer arayışına girişilmesinin kendilerini sukut-u hayala uğratacağını belirtmeleri, çalışmalarının yine bu şehir üzerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur.

Dönemin Osmanlı Arşiv Belgelerine bakıldığında Osmanlı topraklarında görev yapmış bazı Amerikalı bürokratların da bu yönde çaba gösterdiği anlaşılmaktadır. Örneğin İstanbul’da elçilik yapıp emekli olduktan sonra ülkesine dönen eski  Amerika elçisi Sultan Abdülhamit’e göndermiş olduğu mektubunda Rodos Adası’nın Yahudilere verilmesini ve burada kendileri için bir koloni oluşturulmasını talep etmiştir. Sultan Abdülhamit’in Mezopotamya bölgesinde Yahudilere yurtluk olarak yer verilebileceğine dair görüşler de vardır, ancak padişah Kudüs isteğine ve buraya yapılacak göçlere katiyetle karşıdır.

Madalyonun İki Tarafı

Siyonizmi esas besleyen etmenler Batı kaynaklı antisemitizm olmasına karşılık sorunun öznesi 19. yüzyılda Osmanlı Devleti ve sonrasında Müslüman Filistinliler olmuştur. Kudüs’ün Osmanlı toprağı olması ve Siyonistlerin burayı kendilerine vatan edinmek istemeleri bir süre sonra Osmanlı ile Siyonistleri karşı karşıya getirmiştir. Osmanlı o dönemde Ermeni problemine yoğunlaşmışken diğer taraftan da Siyonistlerin faaliyetlerini gözlemlemektedir. Ancak devlet, tebaası olan hatta göçle gelen mülteci Yahudilerle Siyonistleri birbirinden ayırmaktadır. Tüm bunlara rağmen dönemin medyasına bakıldığında Siyonizm meselesinin yabancılar tarafından köpürtüldüğü görülür. Örneğin, İngiliz gazetesi The Times 10 Mart 1892 tarihli “Religious Intolerance In Turkey/Türkiye’de Dini Müsamahasızlık” manşetiyle bir algı operasyonu yapmaktadır. Kurgulanan habere göre, Türkiye’de bir dini müsamahasızlık vardır ve bunun nedeni Sultan Abdülhamit’in Yahudilerin Kudüs’e gitmesine izin vermemesidir. Halbuki o zaman diliminde Sultan,dünyanın en fazla Yahudi nüfusunun yaşadığı Rusya’dan göç eden Yahudilere sahip çıkmakta, onların iaşe ve ibatesi karşılamakta ancak sadece Yahudilerin Kudüs’e gitmelerine izin vermemekte, dolayısıyla gazete tarafından müsamahasızlıkla suçlanmaktadır. Madalyonun diğer yüzünde ise aynı yıl Yahudilerin Osmanlı Devleti’ne göçünün 400. yılı kutlamaları görülmektedir. Fransız menşeli Yahudi Alyans İsraelite Universelle Okulu mensuplarının Nisan 1892’de gönderdiği aşağıdaki mektubun içeriğine bakıldığında bu durumdaha yakından görülür.

“Musevilerin İspanya’dan Osmanlı Devleti’ne hicret etmelerinin 400. senesine tesadüf etmesi nedeniyle Osmanlı Devleti’nde bulunan üç yüz on dört bin nüfusu aşkın Musevi, padişaha teşekkürlerini bildirmektedirler. Aynı zamanda 1492 yılında Osmanlı Devleti’nden elde ettikleri şefkati cennetmekân Sultan II. Beyazit Han tarafından da mazhar oldukları hüsnü kabule bütün sinagoglarda İbrani lisanında manzumeler okumuşlardı. Bu münasebetle Paris’te bulunan İttihad-ı israiliye Cemiyeti (Alyans İsraelite Universelle) azası da Sultan II.Abdülhamit’e aşağıda tercümesi verilen teşekkürü ifade etmişlerdir:‘1492 senesi baharında İspanya’dan uzaklaştırılmış olan Museviler, Osmanlı Devleti’nde bir sığınma bulmuşlardır.O tarihte Museviler dünyanın diğer yerlerindezulüm altında bulundukları hâlde Osmanlı Devleti’nin himayesine mazhar olmuşlar ve günümüze kadar bu himayeden faydalanarak padişahın idaresi altında hayatlarını sürdürüp terakki etmişlerdir. Museviler mazhar oldukları bunca lütufve yardıma karşı teşekkürü ifa etmeye âciz kaldıkları hâlde bu himayeye layık olduklarını ispata çalışacaklardır.’”

Siyonistlerle Alyans Okullarının Rekabeti

Yahudi göçü probleminin çözümü noktasında Osmanlı’nın Alyansla iletişimde olması temelde bu okullara bir güvenin olduğunu gösterir. 1840 Şam Olayından sonra Doğu Yahudilerinin modernleşmesi amacıyla kurulan ve Fransızca eğitim veren Alyans Okulları Osmanlı’nın pek çok bölgesinde açılmıştır. Nitekim Osmanlı Arşiv Belgelerine bakıldığında Yafa, Hayfa başta olmak Filistin’in farklı bölgelerindeki  Alyans okullarına devlet tarafından izin verildiği anlaşılır. Diğer yandan Siyonistlerle Alyans okulları arasında da bir rekabet vardır. Yusuf Akçura 1913 yılında Yafa’ya yapmış olduğu ziyarette de bu rekabete şöyle işaret eder. “Bugün dünyanın her yanındaki siyaset, okul siyasetidir. Yahudiler de bunu uygulamaktadır. Onlar da Filistin’e sahip olmak için Siyonizmi kuvveden fiile çıkarmak için okullar açıyorlar. Dolaştığımız kız okulunun karşısında ondan küçükçe ve üzerinde Fransızca yazı bulunan bir kız okulu daha vardı. Bu Alyans İsrailiyet Okuluymuş. Siyonizm ile Alyans arasında rekabet olduğunu işitirdim.”

Yusuf Akçura Yafa’daki Siyonist kız okulunun müdürü Dr. Nissin ile de tanışmış ve oradaki Siyonistlerin faaliyetlerini yakinen gözlemlemiştir. Ona göre Siyonistler çok hırslı ve hedeflerine ulaşma noktasında fedakardır. Akçura böyle bir gözleme Berlin’deki kız öğretmen okulunda sahip olmuştur. Berlin’de tanıştığı bayan öğretmen okulunu bitirdikten sonra Filistin topraklarındaki Yahudi çocuklarını modern yöntemlerle yetiştirecektir. Akçura bayana;

 “Peki siz Siyonist misiniz?” diye sorduğunda,

Öğretmen adayı bayan;

“Elbette, Yahudi kızı olup da Siyonist olmamak mümkün mü?” diye cevap vermiştir.

Akçura Berlin’de şahit olduğu bu hırsın Yafa’daki Siyonist Yahudilerde de olduğunu görür ve Alyans ile Siyonist Okullarının arasının iyi olmadığına şahitlik eder. Yafa’daki Siyonist Kız Okulunun kurucusu Dr. Nissin ona, “Şu karşıdaki Alyans’ın kız okuludur. Bizimkinin yanında ne kadar küçük ve zavallı kalıyor. Onlar Fransızcayı öz milli dillerine tercih edip köstek oluyorlar. Binanın tepesine gözle görülemeyecek kadar küçük harflerle Fransızca yazılar yazmışlar. Bir de bizimkilere bakınız.”

Yusuf Akçura’nın ziyaretlerinden biri de Müslüman okullarına olup, okulun talebelerinin az olmasının yanında alt yapı, mali, hijyen ve pedagojik açıdan pek çok problemleri vardır.

Sonuç olarak 19. yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarında Alyans Okullarının Siyonizme yakın durmadığı görülür. Bu biraz da okulun menşeinin Yahudilerin o günkü politikalarına çok da yakın durmayan Fransa olmasından kaynaklıdır. Diğer yandan Siyonist Okullar Filistin’deki faaliyetlerini tamamen bir devlet kurma noktasında gerçekleştirirken Alyans Okulları ise Yahudilerin fen ve ilimde modernleşmesi yönünde çaba göstermektedirler. Dolayısıyla Alyans bir Yahudi devleti kurmayı misyon edinmemiş, ancak Yahudilerin Filistin topraklarına göçüne de karşı çıkmamıştır. Yusuf Akçura 1913 yılında Siyonist Yahudilerin yasal bir alt yapısı olmaksızın Filistin’de eğitimden sağlığa kadar alt yapısı oluşturulmuş Yafa’yı ve Tel Aviv’i gördüğünde “böyle bir şehir kuran bir halk yıllar boyu belli bir amaç için çalıştıktan sonra niçin birkaç küçük şehir, bir küçük ülke hatta devlet kuramasın?!” diye içinden geçirmiştir.

Uluslararası Konjonktür Siyonizm’e Katkı Sağlıyor

Kudüs 19. yüzyılda büyük devletlerin rekabet alanlarının kesiştiği bir nokta olup, bu rekabetin en zirve noktası ise Kutsal Makamlar Meselesi’nin bir sonucu olan Kırım Savaşı’dır (1853-1856). Bu savaşta Rusya’ya karşı Batılıların Osmanlı’ya destek vermesi ve sonrasında ilan edilen Islahat Fermanıyla birlikte Osmanlı Batılılara dini anlamda pek çok taviz vermis ve ayrıcalıklar tanımıştır. Hatta 1854 yılında Batı kamuoyunda adından söz ettiren önemli Yahudi ileri gelenleri Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulabileceğini seslendirmeye başlamıştır. Bir takım Siyonist Hıristiyarlar da bu konuda destek olabileceğini söyleseler de Yahudilerin pek çoğunun destek vermemesi ve uluslararası konjonktürün müsait olmaması böyle bir düşünceyi fiile geçirmemiştir. Ancak 1877-1878 Rus Savaşı’ndan sonra Osmanlı’nın yenilgiye uğraması ve büyük toprak kaybetmesinin yanında Bulgaristan’ın özerk bir yapıya kavuşması Doğu Avrupa’da ve Rusya’da yaşayan Yahudi’lerin  iştahını kabartmıştır. Dolayısıyla Yahudilere bir vatan bulma düşüncesi özellikle Doğu Avrupa’da yaşayan milliyetçi Yahudi çevrelerinde gelişmiştir. Osmanlı Devleti engel olmaya çalışsa da farklı yöntemlerle Yahudiler Kudüs’e göç etmeye devam etmiştir. Ancak buna rağmen Osmanlı sonrası Kudüs’ün işgali ve İngiliz Manda yönetiminin kurulması (1917) öncesinde dahi Yahudi nüfusunun çok az seviyede olduğu ve bir devlet kuracak düzeyde olmadığı görülür.

İngiltere’nin 1882 yılında Mısır’ı işgali ve Süveyş Kanalı’nın etrafını kontrol etmek istemesi stratejik anlamda Kudüs’ün önemini daha da artırmıştır. İngilizlerin en baştan beri bir Yahudi devleti kurmak istediklerine dair yorumlar genelleyici olacaktır. Süveyş kanalını ve Hindistan yollarındaki hakimiyetini sürdürmeleri açısından Filistin’in kontrolü onlar açısından önemlidir. İngilizleri burada motive eden güç daha çok dünyanın pek çok bölgesinde etkin ve aktif olan Yahudi lobisidir. Özellikle I. Dünya Savaşı’nda zor durumda kalan İngiltere Amerika Birleşik Devletleri’ni Yahudi lobileri aracılığıyla savaşa sokmaya çalışmış ve Filistin toprakları ile ilgili Yahudilere bir takım sözler vermiştir. 11 Aralık 1917’de İngiliz General Allenby’in Kudüs’ü işgal etmesiyle Filistin’de İngiliz askeri yönetimi başlamıştır. Bu dönemde Yahudilerin ekonomik, demografik ve idari açılardan öne çıkarıldığı İngiliz politikası vardır. Siyonistlerin istihbarat örgütleri ve Kudüs’te silahlanmaları da İngilizlerin görmezden geldiği konulardır. Zaman zaman Yahudilerin yapmış olduğu suikast ve asayiş problemlerinin bölgedeki İngiliz mandasının da başını ağrıtmıştır. Dolayısıyla İngiltere’nin de Yahudilerin bitmeyen isteklerini karşılamada kimi zaman gönülsüz davrandığı görülmektedir. Hatta Yahudiler bir an önce devletlerinin kurulması yönünde İngilizlere baskı yaptıklarında kendilerine bir “vatan” vaad edildiği, “devlet” kurulması yönünde bir söz verilmediği belirtilmişse de Siyonistler iddialarından vazgeçmemişlerdir.

Bu konuda pek üzerinde durulmayan diğer bir konu ise İngilizlerin Yahudilerin yanında Protestan Hıristiyanları da öncelemeleridir. İngiltere, I. Dünya Savaşı sürecinde yaptığı gizli anlaşmalarla Katoliklerin Kudüs’teki Fransız haklarına bir zarar gelmeyeceğine dair söz vermiş olsa da dönemin gazetelerine bakıldığında İngiltere’nin Fransa’ya verdiği sözü de tutmadığı görülmektedir. Bu konuda The Times gazetesinin 31 Mart 1922 tarihli “Moral Decadence In The Holy Land/Kutsal Topraklarda Ahlaki Çöküş” başlıklı yazısı önemli bir örnektir. Kudüs Latin Patriği Luigi Barlassina The Times gazetesinin muhabirine verdiği röportajda şu ifadeleri kullanmaktadır: “Latinler yüzyıllardır Filistin’deki Müslüman idarecilerin yönetimi altında iyi koşullarda yaşadılar ve haklarını yüzyıllar boyunca korudular. Ancak Siyonizmin ortaya çıkışından bu yana ciddi bir alarmı ortaya koyan pek çok pratik zorlukları tecrübe etmektedirler.”

Muhabirin Siyonizm bu duruma nasıl bir etki yapıyor sorusuna da patrik şu şekilde cevap vermiştir.

“Bu soruya başka bir soru ile cevap vereceğim. Siyonistler Filistin’de gerçekten ne arıyorlar? Onların en iyi bilinen amaçları Yahudi Krallığını kurmaktır. Bu, Filistin’deki Ortodoks Yahudilerin bile endişe ile baktığı politik Siyonizmin amacıdır. Bu Siyonistler Rusya, Macaristan ve diğer ülkelerden gelmektedirler. Rusya’dan gelenlerin çoğu da Bolşevik, Komünist veya Sosyalisttir. Senin de bildiğin gibi bir Rus Sosyalisti İngiliz Sosyalistinden çok farklı bir kişilik yapısına sahiptir. Ancak bu Yahudilerin tümü manevi ideallerine zıt olarak politik olarak heveslendirilmiştir. Bazen Bolşeviklerin ve siyasi grupların çok olmadığı söylenir. Buna cevabım şudur: ‘Filistin’e gidin ve görün’ Eğer onların çok olmadığı doğru olsa bile çok büyük etkilerinin bulunduğu ve korkunç ayaklanmalara ve eylemlere tanık oldukları bir gerçektir.”

İngiliz yönetiminde Siyonistlerden sadece Müslümanlar değil, Katolik Hıristiyanlar da rahatsızdır. Ancak dünyadaki Siyonist lobiler İngilizlerin I. Dünya Savaşı sırasında verdikleri sözleri tutmasını istemekte ve bu yönde baskı yapmaktadırlar. Bu da Yahudilerin algı operasyonlarından askeri operasyonlara kadar pek çok konuda İngiliz manda yönetimi tarafından görmezden gelinmesine neden olmuştur. İngilizlerin Protestanları öncelemeleri teolojik iken Yahudileri öncelemeleri ise daha çok politik kısmen de teopolitiktir.

Vatikan’ın Siyonizm’e Bakışı Nasıldır?

Siyonist hareketin dünyada teşkilatlandığı ve büyük ivme kazandığı dönemde Papalık makamında Papa 13. Leo (1878-1903) bulunuyordu. Onun döneminde genel anlamda Siyonistlerin politikalarına olumlu yaklaşım sergilenmedi. Yahudilerin Kutsal topraklara göçüne dair Vatikan’ın açık bir karşı çıkışı bulunmamasına karşın, Hıristiyan mabetleri üzerinde kontrol sağlayacak bir Yahudi devletine açıktan tavır gösterildi.

Theodor Herzl Vatikan’ın desteğini almak için büyük çaba içerisine girdi. O, 1896 yılında Avusturya’da Papa elçisi ile görüşmüş ve Filistin’de kurulacak olan bir Yahudi Devletinin Katoliklerin çıkarlarına aykırı olmayacağına, Hıristiyan mabetlerinin uluslararası bir statüde bulunacağına dair taahhütte de bulunmuştur. Dile getirilen diğer bir husus da Yahudi Devleti’nin Hıristiyanlar için önemli olan Kudüs, Beytüllahim ve Nasıra gibi şehirleri içermeyeceğiydi. Ancak Papalık, Yahudi yerleşimcilerine karşı olmasa da, Yahudi devletine açıktan muhalefet ediyordu. 19. yüzyıl sonlarındaki Vatikan’ın bu politikasının 20. yüzyılın başlarında diğer bir Papa 10. Pius (1903-1914) döneminde de sürdürüldüğü görülmektedir.

İngiliz manda yönetimi bölgedeki Katoliklerle ilgili Papalığın endişesini giderememiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında bölgedeki gelişmeler Vatikan tarafından yakından takip edilmiş ve bir anlamda bekle gör taktiği uygulanmıştır. Hatta 29 Nisan 1947 tarihli Filistin’in bölünmesi ile ilgili BM kararı dini-politik beklentileri karşılayacağı ümidiyle Vatikan tarafından uygun bulunmuştur. Papalığa göre, Kudüs’te oluşturulacak olan uluslararası bir yapı Filistin’deki Katoliklerin haklarını garanti altına alabilirdi. Ancak gelişmeler Vatikan’ın öngördüğü şekilde gerçekleşmemiş ve günümüzde İsrail’in uyguladığı politikalar neticesinde Katolikler başta olmak üzere Hıristiyanlar Filistin topraklarında hem nüfus hem de mekân anlamında büyük gerileme yaşamışlardır.

Anahtar Paspasın Altında!

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Siyonizm konusuyla daha yakından ilgilendiği dikkat çeker. Hatta İngiltere, Siyonistlerin lehine bazı politikalarda çekinceli davrandığı durumda dahi ABD en üst perdeden desteğini açıklar. Bu anlamda İngiltere Siyonizm konusuna genelde politik, kısmen teopolitik bağlamda yaklaşsa da ABD tamamen teopolitik bir yaklaşım içerisindedir. Bunda ABD’deki Siyonist Hıristiyanların da büyük etkisi vardır. Hatta 1948 yılında İsrail kurulduğunda dünyadaki Yahudilerin pek çoğu bu devletin meşruiyetini sorgulayıp, göç etme noktasında çekimser kalırken, Siyonist Hıristiyanların yüzde seksen gibi büyük çoğunluğu “Mesihin ikinci gelişi gerçekleşecek.” düşünü görmüşlerdir.

Diğer yandan 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail bağımsızlığını ilan etmesinden bir gün önce Filistin’deki İngiliz komiserine bir gazeteci;

“Ofisinizin anahtarını kime vermeyi düşünüyorsunuz?” dediğinde, komiser;

“Onları paspasın altına bırakacağım” cevabını vermiştir.

İngilizlerin 1917’den 1948 yılına kadar Kudüs’teki manda yönetim tarzına bakıldığında onlar anahtarı paspasın altına bırakmışlarsa da son tahlilde kaş göz işaretleriyle yine anahtarın yerini Yahudilere göstermiştir. 1948 yılından bugüne kadarki genel Amerikan politikasına bakıldığında Amerikalılar anahtarı paspasın altına bırakmayı bile kendilerine yük olarak görmüş, direk Siyonistlerin eline vermişlerdir. ABD devlet başkanlarının kullandığı metafor ve söylemler bunun en önemli kanıtıdır. Amerika’daki Yahudilerin desteğiyle iktidara gelen Başkan Truman 1952 yılında Yahudi Enstitüsünü ziyaret ettiğinde kendisinin Koreş olduğunu söyler. Kimdir Koreş?

Koreş (Cyrus) Metaforu

Koreş M.Ö. 586 yılında Babil’e sürülen Yahudilerin M.Ö. 538 yılında tekrar dönüşüne izin veren İran kralıdır. Başkan Truman bir anlamda kendisini Koreş’e benzeterek bir anlamda 2000 yıllık sürgünü bitirdiğini söylemektedir. 1977 yılından sonra İsrail’de genel olarak sağ partilerin ve Amerika’da ise Evanjelik Hıristiyanların yönetimlerin varlığı İsrail’in hukuksuz ve tek taraflı politikalarının artmasına neden olmuştur. İsrail ABD’nin tam desteği ve BM’deki veto yetkisine güvenerek Birleşmiş Milletlerin onlarca kararını ihlal etmiş ve hukuksuz politikalarını sürdürmüştür. Bu bağlamda 2017 yılının aralık ayında Cumhuriyetçi Başkan Trump dünya devletlerinin yüzde doksandan fazlasının onayı olmamasına rağmen Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu söylemiş ve büyükelçiliğini de bu şehre taşımıştır. Trump da bu desteğinden ötürü aynen Truman’da olduğu gibi Koreş’e benzetilmiş ve İsrail’de adına sembolik sayıda para basılmıştır. Her ne kadar Siyonist Yahudiler tarafından Koreş’e benzetilmese de Demokrat Partili ve Katolik Hıristiyan kökenli olmasına rağmen Başkan Biden da “Siyonist olmak için Yahudi olmanıza gerek yoktur.” diyerek İsrail’e tek taraflı desteğini açıklamıştır.

Günümüz İsrail’i ve Siyonizm

Günümüz İsrail’inde en fazla nüfusa sahip olanlar seküler grup Hiloniler olup, toplam nüfusun yüzde kırkını oluşturmaktadır. Ultra Ortodoks olan Harediler İsrail’in yüzde sekizini oluşturmakta olup, Yahudi Hukukuna dayalı bir devleti savunmaktadır. Haredilere göre daha ılımlı bir anlayışa sahip olup dini kuralları önemseyen Datiler ise İsrail’in yüzde onunu oluşturmaktadır. Netanyahu’nun partisinin de içerisinde olduğu Ortodokslar ile seküler kesim arasında gelenekselci bir anlayışa sahip olan Masortiler ise İsrail’in yüzde yirmi üçünü oluşturmaktadır. 2014 yılındaki PEW’in geniş çaplı araştırmasına göre, Haredi (Ultra Ortodoks), Dati (Modern Ortodoks), Mosorti (Muhafazakâr) ve Hiloni (Laik) kesimlerinin Araplarla birlikte yaşamak istiyor musunuz? Onların Filistin topraklarından çıkarılmasını istiyor musunuz? sorularına aynı oranda cevap vermedikleri görülmektedir. İsrail’de sağ görüşe sahip olan Yahudiler birlikte yaşamaya olumlu yanıt vermezlerken, sol düşünceye sahip olanlar ise daha olumlu düşünmektedirler. Ancak bir Yahudi devletine sahip olma bağlamında Yahudilerin kahir ekseriyeti – yüzde sekizlik nüfusa sahip Harediler hariç- kendilerini Siyonist olarak kabul etmekte ve bir devletin varlığını kültürel veya dini anlamda Yahudi olmanın zorunluluğu olarak görmektedirler. Haredilerin yüzde altmış ikisi Siyonizm beni bağlamaz derken, Hiloni, Dati ve Masortilerin çoğunluğu Siyonizm beni bağlar cevabı vermektedirler. Bu bağlamda İsrail’deki tüm Yahudi gruplarının yüzde doksan biri “Yahudi varlığının devamını temin etmek için Yahudi Devleti zorunludur.” cevabını vermektedirler. Bir asır öncesinde “ütopik”, “dini alt yapıdan yoksun”, “modern dönemde artık Kudüs’e gitmek gereksizdir, bulunduğunuz yere entegre olun, orası sizin Kudüs’ünüzdür.” gibi söylemlerle karşı çıkılan Siyonizm anlayışı bugün Yahudilerin kahir ekseriyetinde karşılık bulmuştur. Ancak Siyonizmin gelişmesi, büyümesi ve yaygınlaşmasında Yahudi dininin ve geleneğinin mayalayıcı bir unsur olduğunu da dikkatten kaçırmamak gerekir. Çünkü 19. yüzyılın son çeyreğinde seküler ve milliyetçi bir anlayışa sahip kişiler tarafından kurgulanan Siyonizm anlayışının dini bir mekân ve söylem olmadan olgunlaşamayacağı anlaşılmış ve Kudüs dışındaki mekân arayışlarını seçeneklerden kaldırmışlardır. Ancak 1200 yıl Müslüman yönetiminde Kudüs paydaş bir kent iken İsrail’in 70 küsür yıllık işgaliyle dünyanın gözü önünde her türlü zulüm, haksızlık ve katliamın yapıldığı bir şehir haline gelmiştir. Belki bunlar bir asır öncesinde Alman Devlet Başkanı Prens Bismark’ın dile getirdiği öngörüsünün bir tezahürüdür. Nitekim konuyla ilgili olarak Sebilürreşad dergisinin 3 Zilkade 1339/9 Temmuz 1921 tarihli nüshasında geçen şu ibareler buna bir kanıttır.

“Kudüs’ün gayr-ı ahlaki şeylerden korunması için Papalık makamının etkisiyle Milletler Cemiyetine bir gündem getirilmiştir. Kudüs’ün yanında kahve, sinema vb. yerlerin ihdas edilmesi Papalık makamının pek gücüne gitmiştir. Hıristiyanların önde gelenleri, Kudüs’ün eski kutsiyetinin yani Osmanlı zamanındaki dini durumunun muhafaza edilmesi taraftarıdırlar. Osmanlı nazarında Kudüs, mukaddes bir yer kabul edildiği için orada ahlaka aykırı yapılaşmaya müsaade edilmezdi. Farklı Hıristiyan grupları da Osmanlı’nın idare tarzından memnundular. Nitekim konuyla ilgili olarak Bismark da şöyle demiştir: ‘Eğer Osmanlı bir gün taksim edilecek olursa, en son gidecek yer Filistin’dir. Orayı Osmanlı gibi tarafsız bir şekilde muhafaza edecek bir güç çok zor kurulabilir.’”

Sonuç ve Öneri

Mesihin gelmesi paranteze alınarak Yahudilerin kutsal topraklarda bir devlete sahip olma motivasyonuyla hareket eden Siyonist hareket, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren bir hedef doğrultusunda hareket etmiş, hatta çok farklı görüşleri olan Yahudi gruplarının ortak bir ideal etrafında birleşmesini sağlamıştır. Uluslararası konjonktürün yanında Müslümanların kendi aralarındaki ayrılıklar Siyonistlerin lehine bir süreç oluşturmuştur. Siyonist Yahudiler İsrail kurulduktan sonra da Amerika’daki lobileri sayesinde İsrail’e olan desteğini sürdürmüştür. II. Dünya Savaşı sürecindeki Nazilerin politikaları sürekli gündeme getirilerek Batılılar nazarında antisemitizm kavramının canlı tutulması Siyonistlerin dünya siyasetindeki tek taraflı politikalarının da meşruiyet kaynağı olmuştur. Ancak 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana İsrail’in Gazze’de yapmış olduğu katliamlar Batı kamuoyundaki İsrail desteğini azaltmıştır. Bu belki de Siyonistlerin ilmek ilmek ördüğü bir düzenin bir anda sökülüp gitmesi sürecini doğurabilecektir. Çünkü Batı kamuoyunun kendi devletlerinin siyasetinin dizaynında önemli etkisi vardır.

Siyonistler bir buçuk asırdır Yahudilerin Filistin’e göçü noktasında önemli adımlar atmışken 7 ekimden sonra bozulan Yahudi imajını dünyada düzeltme yönünde bir çalışma içerisine girecekleri öngörülmektedir. Siyonist Yahudilerin yüzleşmesi gereken diğer bir sorun ise İsrail’de ultra Ortodoksların ve aşırı sağ Yahudilerin sayısının yarım asır sonra oldukça fazla artacak olması ve yaşanan fikri ayrılıkların nasıl çözüleceğidir.

Kudüs’ün tekrar barış şehri haline gelmesi ve İsrail’in tek taraflı politikalarının durdurulması iki temel dahilinde olabilecektir. İlki Müslüman ülkelerin ihtilafları paranteze alarak Kudüs merkezinde misyon, vizyon, hedef ve politikaları belli bir stratejik plan dahilinde hareket etmeleri, diğeri ise Kudüs’teki Hıristiyan kitleleriyle sadece komşuluk ilişkileri vb. değil, kurumsal anlamda ortak hareket edilmesidir. Kudüs’teki her bir kilisenin Batı ülkelerinde bir karşılığı olup, bu sayede oradaki dinamikler harekete geçirilebilecektir. Çünkü İsrail 1948’den itibaren aşağıdaki politikalarla hareket ederek sahada üstünlük kazanmıştır.

  • Hukuksuz işgal ve yerleşimler,
  • Filistin ulusal önderliğini güçlendirecek bir Müslüman-Hıristiyan koalisyon olasılığını oradan kaldıracak taktik ve stratejik hedef geliştirme,
  • Kudüs’teki İsrail politikalarına karşı birleşik bir Hıristiyan cephesi oluşumuna karşı caydırıcı politikalar izlemek,
  • Mümkün olduğunca kiliseye ait arazileri satın almak veya kiralamak,
  • Müslümanların dini mabetlerine saldırmak ve onları ele geçirmeye çalışmak,
  • Müslümanların kendi arasındaki ayrılıklarını tetiklemek.


* NECMETTİN ERBAKAN ÜNİVERSİTESİ