Ahlakı Nasıl Anlayalım?

Celal TÜRER*


Ahlakın ne olduğu sorusu öncelikle “ahlak” kelimesinin köken ve anlamlarını dikkate almayı gerektirir. Zira köken ve anlamlar insan bilincine kendisini dayatmakta olan bir gerçekliği haber veren ve “ahlak” kavramının her zaman konuşabilme ve anlamlı olabilme özelliğini yansıtan “göstergeleri” temsil eder. Bu çerçevede ister Arapça “ahlak”, ister Yunanca “ethos”, Latince “moral ” yahut ta Çince “道德”kelimelerini alalım,  ahlak hadisesinin farklı kavrayışlar altında kendisini sürekli bilince dayatan bir tezahürü seslendirdiğini fark edebiliriz. Bu fark ediş, ahlak hadisesinin pek çok durumda hem birey ya da toplum tarafından benimsenmiş davranış koduna gönderimde bulunduğunu hem de birey ya da topluluğun hayatla ilişki içinde geliştirmiş olduğu değerler ve kurallar silsilesinin ya da yaşama bilgeliğinin pratik olanda oluşturduğu ruh ya da zihniyeti yansıttığını haber verir. Bir taraftan değerler ve kuralların diğer taraftan ruh ya da zihniyetin incelenmesi, ahlakın hem betimsel hem de normatif anlamlarının ortak paydasını; ahlaki eylemlerimiz için rehber/ler/e gönderme yapılabilmesini açığa çıkabilir. Bu noktada ifadelerimizin hangi alana işaret ettiği, yani bireyin ya da ahlakî failin bilinç durumlarına mı ya da bireyin hazır bulduğu kurallar ya da normlara mı göndermede bulunduğu sorunuyla karşılaşırız. Antik ve Ortaçağda ahlak, hem İyi’ye hem de yükümlülük olarak dayatılan şey anlamındaki bilinç idesine işaret ederdi. Sözgelimi “ethos” bir taraftan bir toplumun zaman içerisinde geliştirdiği uyması gereken kurallara işaret ederken diğer taraftan ahlaki failin kurallar karşısındaki bilincine işaret ederdi. Bu uyum Varlık anlayışının ahlak alanında yansıması olan “İyi” idesi ile ona eşlik eden bilgiye, yani yükümlülük anlamına gelen bilince dayanıyordu. Bu durumun Hristiyan ve İslam ahlak anlayışlarında devam ettiği görülür.

Modern dönemde Descartes ile Epistemoloji’nin Metafiziği ya da Bilgi’nin Varlığı öncelemesiyle “ahlak”, “ethos” ve “moral” kavramları hem etimolojik hem de kullanım bakımından birbirinden ayrılmıştır. Modern dönemin zihniyetine uygun olarak ahlak, öznenin bilinçli etkinliğine evrilmiş ve gönderimlerimiz çoğunlukla  “etik” ile karşılanmıştır. Bu durum, daha önce etimolojisinde ve kullanım tarihinde böyle bir ayrım dayatılmamış olan Yunanca ‘ethos’ ile Latin dilinden gelen ‘moral’ teriminin birbirinden ayrılmasına sebep olmuştur. Artık etik, ahlâki kavramların gerçekte ne oldukları ve ne anlam ifade ettikleri ile neyin ‘’iyi’’ neyin ‘’kötü’’ olduğunu araştırmaya; moral kavramı ise sezgisel töreye, yani zorlama/kısıtlama etkisiyle karakterize edilen normlara işaretle kullanılmıştır. Daha açık bir ifadeyle ahlak, elde hazır kurallara itaat sorunundan çok “pratik ahlaki aklı çalıştırarak doğru olanı görebilme” sorununa evrilmiştir.  Ancak bu hususlar etiğin öznellik etiketi altında değerlendirilmesine de kapı aralamaz. Bu durumu kültürümüzde H. Ali Yücel şöyle dile getirir:

Bilineni yapma yolundaki hareketlerimize ferde nispetle ‘’hulk/huy’’ cemiyete nispetle ‘’adap/töre’’ diyebiliriz. Başka bir deyişle belli ve tek insandaki doğruluk ve yalancılık gibi müspet, menfi vasıflara huy, bir cemiyette yalancılık ve doğruluk hakkındaki müspet, menfi kıymet sistemine de Töre (Moeurs) adı verilir (1).

Modern dönemde Batı’da etik-moral ayrımı, ülkemizde ise etik-ahlak ayrımı yukarıda ifade edilen bu durumu yansıtır. Etik kavramı artık “nasıl yaşamalıyım?” sorusuna cevap niteliğinde başarılmış bir hayat projesini ifade ederken, moral kavramı ise ne yapmak zorundayım?” sorusuna cevap nitelinde kurallara, zorlayıcı birtakım ilkelere bağlı olmayı ifade etmiştir. Bazı düşünürler bu ayrımı özerk, nedensiz, açıklanamaz “sevgiye daha yakın” olan (etik)  ile özerk olmayan ve “kurallara daha yakın” olan (moral) arasındaki farklılığa dayanarak ifade etmişlerdir. Buna ilaveten ayrımın “etik”in kendi teleolojik perspektifiyle karakterize edildiği Aristoteles ile “moral”in normu yüklemleme karakteriyle ve bu itibarla deontolojik bir bakış noktasıyla tanımlayan ve karşımıza “ödev ahlakı” ile çıkan Kant’a dayandığı da ileri sürülmüştür. Sözgelimi Paul Ricoeur etik’in moral’e önceliğini, normların etik erek süzgecinden geçmesi ve pratik çıkmazlarda normun ereğe başvurusunun bir gereklilik olduğunu ifade ederek etiğin moral’i kuşatmakta olduğunu ileri sürer (2)

Hem Aristoteles hem de Kantçı gelenek arasında aynı anda hem bağımlılık hem de tamamlayıcılık bağıntısı olduğunu ifade eden Ricoeur, moralden önce etiğin tercih edilmesinin şüpheye yer bırakmadığını, zira teorinin uygulamaya önceliği olduğunu beyan etmiştir. Hal böyle olunca dışarıdan veya yukarıdan gelen koşulsuz emirler (categorical imperative) yerine, son derece klasik, odaklayıcı, orijinal Yunan görüşü olan “iyi yaşam”ın ilke edinilmesi gereklilik olarak görülmüştür.

Ricoeur, etik ile moral arasındaki yani teleolojik erek ile deontolojik uğrak arasındaki bu eklemlenmenin “kendilik” sorunuyla nasıl ilişkilendireceğimizi sorarak, meselenin nihayetinde kendini-imleme düzleminde –zira insanın kendini seçmesi etik eylemdir- karşılık bulacağını; ‘kendini-takdir’ diye adlandırılan şeyin etik ereğe, ‘kendine-saygı’ olarak adlandırılan imlemenin ise deontolojik uğrağa, yani moral norma karşılık geleceğini ileri sürer. Bu durum ise şu olguları karşımıza çıkartacaktır. İlkin kendini-takdir (etmek), kendine-saygıdan daha temeldir. İkinci olarak, kendine-saygı kendini-takdirin norm rejimi altında büründüğü çehreyi temsil eder. Son olarak ödevin açmazları, normların sınanışı için emin bir rehberlikte bulunmadığında, kendini-takdirin yalnızca saygının kaynağı olarak değil, fakat aynı zamanda çaresi olduğu anlaşılabilir (3). Buradan hareketle teleolojik bakışın eyleme uygulanan değerlendirmeler veya kıymetlendirmeler içerisinde ifade bulduğunu, buna karşılık deontik yüklemlerin,  “olması gereken” ile “olan” arasındaki indirgenemez karşıtlığa ağırlık verecek şekilde eylemin failine ahlaki bir zorlama/kısıtlama yaptığını söyleyebiliriz. Tam bu noktada Ricoeur, deontolojik bakış noktasının teleolojik perspektife tabi olduğunu göstererek,  “olan” ile “olması gereken” arasındaki yarığın kapanacağını iddia eder (4). Gerçekten neyin ahlaki olduğunu anlamaya çalışan bilinç “ahlaki ilkelerin doğruluğunu” tartışmaya giriştiğinde geride kendisini ahlaki yükümlülük içinde tutacak hiçbir şeyin kalmaması nedeniyle ahlak alanının dışına çıktığını fark etmek gerekir (5).
 

 (1) Hasan Ali Yücel, Felsefe Dersleri Metafizik, Ahlâk, Estetik, Maarif Basımevi, İstanbul 1955, s. 73.

 (2) Paul Ricoeur, Başkası Olarak Kendisi, çev. Hakkı Hünler, 2010, s. 233.

(3) Ricoeur, Başkası Olarak Kendisi, s. 234

(4) Ricoeur, Başkası Olarak Kendisi, s. 235.

(5) Burhanettin Tatar, “Ahlakın Kaynağı” İslam’a Giriş: Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, İstanbul 2008, D.İ. B. Yayınları, s. 197.

Hatta o, hiçbir şekle indirgenemediği için daima şekillerin ötesinde kalan ve böylece teknolojik düşünme konusu haline gelmeyen ontolojik bir tezahürü, varoluşsal bir olayı seslendirecektir (6). Bu varoluşsal tezahürde niyet, eylem ve sonuçların hiç biri kendi başına ahlakı temsil etmeyecek; bu yüzden ahlak her daim bunların hepsini içine alan ve hatta onların toplamlarından daha fazla olan bir hadiseye işaret edecektir. Buradan hareketle ahlakı kuşatıcı ve bağlayıcı anlamanın ya da kendini-takdir etmenin anlamının;  a) “iyi”ye yönelmiş bir hayat, b) başkalarıyla birlikte yaşamada, c) Adil kurumlar içerisinde konaklayan bir anlam yolculuğunda ortaya çıkacağını görmek gerekecektir (7).  

Yukarıdaki görüşler ışığında ahlakı; 1) ahlaki deneyim için fenomonolojik bir duyarlılık/şuur kazanma, 2) kendini gerçekleştirme, yani şahsiyet oluşturma ve 3) nihayetinde çoğulcu bir ahlaka yönelim olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürebiliriz. Kanaatimizce bu hususlar ahlakın varoluştaki tezahürünün üç boyutunu temsil eder.  İlkin ahlak, her ne kadar özünde his, düşünce ve eylemleri içerse de; eylemlere “ahlaki” vasfını veren ahlaki duyarlılık olarak karşımıza çıkar. Ahlaki duyarlılık, genel olarak neyi yapmanın zorunlu ve doğru olduğunu ortaya koyma çabasını seslendirir. Bu çaba, gerçeğin deskriptif bir yargısı olmayıp; bir taraftan değere dair öznel yargılarımızda diğer taraftan haklar, görevler ve sorumluluklarla ilgili evrenselleştirilebilir hükümlerde kendisini gösterir. Ahlaki duyarlılık bize ilişkilerde insanların iddialarının, görev, hak ve sorumluluklarının birbiriyle çatıştığı durumlarda ne yapmamız gerektiği hususunda da yol gösterir. Tüm bunlardan hareketle ahlaki duyarlılığı, basitçe “iyi”nin gücüne duyulan inanç olarak nitelendirebiliriz (8).
 

(6) Burhanettin Tatar, “Ahlakın Kaynağı” s. 206.

(7) Ricoeur, Başkası Olarak Kendisi, s. 235-241.

(8) Celal Türer,  “Ahlaktan Eğitime: Yine Ahlak”, Felsefe Dünyası, 2014, sayı. 60s. 8.


İkinci olarak ahlak, duyarlılıklarımız vasıtasıyla kendimizi gerçekleştirmeye, şahsiyetimizi inşa etmeye işaret eder (9). Gerçekten deneyimlerimizde oluşan duyarlılıklarımız devamlılık ve tutarlılık talep eder. Nitekim ahlakî hayatı yaşam boyunca devam eden tutarlı ve bütün olma hali olarak kabul edersek, şahsiyeti/kişiliği de hayat boyu devam eden bir bütünlük arayışı olarak resmedebiliriz. Zira bireysel bir form altında bulunan ve asla tekrar edilemeyen bir evren olarak şahsiyet, sürekli oluşan, içten yaşanan, içimizdeki ahlaki duyarlılığı sürdürdüğümüz, her zaman iyi niyet sahibi olduğumuz, farklı nitelikleri bütünleştirdiğimiz bir inşaya işaret eder (10). Hayat bireyi, önce bilinçlerin karşılıklı ilişkilerine daha sonra da sonsuza açarak tedrici olarak şahsiyetini inşa etmesini sağlar. Ancak bir insanın hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla kişilik sahibi olduğu söylenemez. Zira kişilik aksiyolojik bir kategori, bir değer kategorisidir. Bunun anlamı, değer ve kişiliğin bir eylemin iki cephesini temsil etmesidir.  Yaratıcı eylem bir yandan değerler alanını, diğer yandan kişilik alanını genişletir. Sürekli bir yaratma ile yetkinliğini gerçekleştirme yoluna koyulmuş özne, sürecin başlangıcında olduğu gibi sürecin sonunda da bir kişi olmak zorundadır. Bu noktada kişilik parçaların bir bileşiği ya da toplamını değil; orijinal bir tamlığı temsil eder (11).

Şahsiyeti esasen kendi olmaklığın sürekli bir kabulü veya reddi olarak anlamak mümkündür (12). Bu vazgeçilmez ahenk, kişinin bütün eylemlerinde bulunur. Böylelikle kişi, varoluşun merkezini oluşturur. Birey tabiatçı bir kategori içinde, toplumun bir parçası olarak yaşarken, kişilik aşkın bir alandan (ahlak küreden) gelir ve asla toplumun bir parçası olmaz. Toplumun, yani biz’in gerçekliği ben’in, yani kendi olmaklığın gerçekliğinden önce değildir. Bu yüzden varoluşun merkezi daima bütün ilişkileri kendinde toplayan ben’de bulunur. Ben, aşkın dünyaya ait olan kişiliğini doğal dünyanın içinde bir insan kişiliği haline getirebilmek için, aklını değerlere bağlar, yani onlara katılarak ve onları kendine katarak varoluşunu gerçekleştirir (13)
 

(9) Celal Türer, “Değer ve Kişilik”, Felsefe, Edebiyat ve Değerler, Kahramanmaraş Belediyesi Yayınları, 2014, s. 222.

(10) Bkz. Kenan Gürsoy, Etik ve Tasavvuf, Sufi Kitap, 2008, s. 15-54.

(11) Veli Urhan, İnsanın ve Tanrı’nın Kişiliği, Ankara Okulu, 2002, s. 33.

(12) H. Ziya Ülken, Ahlak, Ülken Yayınları, 2001, s. 208.

(13) Veli Urhan, İnsanın ve Tanrı’nın Kişiliği,  s. 62-65.


Bu noktada aklın değerlere katılması, düşünce gücünü yitirerek tam anlamıyla pasif bir duruma gelmeyi değil; saf akıl olmaktan çıkıp, pratik akıl haline gelmeyi, yani değerleri kişiliğinde tecessüm ettirerek özne olmayı temsil eder. Nitekim kültürümüzde ahlakın yaratılışın esasında var olan metafizik ilke ile insan kişiliğinin temel cevheri konumundaki gönül arasındaki ahenge, yani dıştan kendini kabul ettirmeye çalışan yönlendirici buyruklardan çok gönlün safiyetinden kaynaklanan “ihlâslı” yönelişlere delalet etmesi bu sebeptendir. Buradan hareketle ahlakı, insanın en kutsal seviyede hayata, kendine ve Aşkın’a verdiği anlamlara açılması; insanın kendisinden hareketle Mutlak’a doğru kendisini açma hareketine, kendisinin ilahi huzurda oluşunu fark edişine işaret etmesi olarak nitelendirebiliriz. Kendi içimizde başlayan yolculuk, sınırımızı görüp, bir tür kendisini içten kavrayarak geri dönüşe ve İlahi olana yönelişe evrilir. Bu süreçte kişi iki alanla karşılaşır. İlkin aşkın öğe, yani sorumluluğunu yaşadığı ödevler, değerler, normlar şeklinde tezahür eden alanla karşılaşır. İçkin öğe ise kişinin kendisidir. Kişi, kendisini içten kavrayarak, yani neyi, niçin yaptığını bilen haline dönüşerek kendisini gerçekleştirir.

Üçüncü olarak ahlak, nihayetinde başka öznelerin/iradelerin değerler alanına yönelimlerinin farklı olabileceğini anlamaya yönelir. Süjeler arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan aşkın bir alana işaret eden değerler, yalnızca iradi mücadele içinde ötekinin (other) tanınmasıyla başlamaz; ama aynı zamanda ahlaki bir özne olarak konumuyla uyumlu bir şekilde onun düşünceleri, planları ve amaçları olduğu gerçeğini tanıma ve buna saygı duymayla başlar. Ötekinin tanınması, ahlakın ilk ilkesi olarak esasen ‘dünyadaki herhangi bir değerin başka herhangi bir değer kadar gerçek olduğunu onaylama anlamına gelir. Ancak başka değerlere saygı duyma değerlerini bırakmayı değil, ama değerlerini kendi iradelerinden çok, toplumsal kurumlara bağlı olan bir dönüşüm yoluyla uyumlulaştırmaya çabalama anlamına gelir. Bu noktada tarafsızlık (impartiality), bir başkasının değerlerine samimiyetsizlik veya ilgisizlik hâli (distant) değil; bilakis saygı yoluyla onlarla bağlantı kurmaktır. “Değerler dünyasının hakikati” bu dünyada bir değerlendirmenin yer aldığı durumda, bunun senin mi yoksa benim mi olduğunun temel teşkil etmediği anlayışıyla başlar. Değerler dünyasını, “ilk önce, kim yaparsa yapsın bütün değerleri ‘tahammülkâr’ bir şekilde, tüm insanlar tarafından kendi zaman ve mekânları içinde bir olgu ve sade bir değer olgusu olarak ele alınması gereken “kendinde şeyler” olarak görmeye çalışmaktır. İkinci olarak, hayatı uyumlulaştırmaya çalışan değerleri ve fiilleri daha önemli kabul etmektir. Bu noktada makul olmak, değerleri seninkilerle çelişen bir başka insanla kavga etmek yerine, savlar kullanmak, ahlaki bakımdan ikna etmeye girişmektir. Bu yüzden makullük, çelişkiyi uyumlulaştırma becerimize esas olan pratik uygulamadan ayrılmayacaktır.

Yukarıdaki ifadeler ahlak hadisesinin, tek başına ne ahlaki duyarlılık, ne kendini gerçekleştirme ne de çoğulcu bir ahlaka yönelime indirgenebileceğini ifade eder. Belki önemli olan bütün bu hususların deneyimde uygun biçimde bir araya getirilmesi ve en güzel şekilde icra edilmesidir. Bu unsurların daha farklı ve daha güzel bir şekilde bir araya getirilmesinin mümkün olması, ahlakın o âna dek icra edilenden daha güzelinin ortaya konulabileceği anlamına gelir. Çünkü ahlak hadisesi, Tatar’ın da vurguladığı gibi, nihayetinde bizi biz yapan, seciyemizi, fıtratımızı, huyumuzu, karakterimizi şekillendiren ve bunlara göre şekillenen şeydir. Biz, her zaman eksik ve kusurluysak, her zaman kendi karakterimiz, huyumuz ve fıtratımız ölçüsünde bu hadiseyi alımlıyabiliyorsak,  o halde her zaman daha mükemmel bir ahlakı tasavvur edebiliriz (14).
 

(14) Burhanettin Tatar, s. 209.


Görüleceği gibi ahlakı anlama çabası ahlaka bir temel, standart arama ve ahlakın sabit bir amacını belirleme çabası değildir. Bu çaba ahlaki deneyimin doğasını, onun sosyal ve fiziksel çevrede nasıl gerçekleştiğini anlama ve olumsal bir dünyada deneyimin bize sunduğu imkânları daha iyi bir yaşamı inşa etme yolunda zekice kullanma ve dönüştürme potansiyelini geliştirmektir. Bu noktada ahlakın açık uçluluğu ve ahlaki durumların kesin olmayışı sebebiyle bu alana dair değerlendirmelerimiz her daim devam edecektir. Zira insanlar ahlaki alanda karar ve kanıta varmak için daima ölçüt aramaktadırlar. Bu sebeple ahlaka dair her türlü değerlendirme, araştırmanın ya da soruşturmanın en geniş görünümünü temsil edecektir. Kuşatıcı ve tatmin edici bir ahlak anlayışı için, moral vokabülerin ima ve hedeflerinin her daim dikkatli bir şekilde tahlil edilmesi gerekir. Bu açıdan yapılabilecek en temel eleştiri ya da değerlendirme, ahlakı yaşadığı serüven içinde çözümleyebilmekten geçmektedir. Ahlakın kendi içinde devam eden değerlendirmesine ilaveten mevcut ahlak anlayışlarını eleştirmek, varlığın ve dolayısıyla deneyimlerimizin niteliklerinin açımlanması anlamına geleceği için, sonu gelmez bir sürece işaret edecektir.

Ahlakı nasıl yaşamamız gerektiğini bildiren ilkeleri, hayatta nihaî ve en yüksek değere sahip olan şeylerin neler olduğunu ve nihayetinde adaletli bir toplumun hangi unsurları içermesi gerektiğinin tezahürü olarak anlarsak, onun ne olduğuna ya da kaynağına dair tezahürün bazen “özel ahlaki deneyimler” ile bazen de “genel ahlaki ilkeler” arasındaki gerilimde ilerleyeceğini görebiliriz (15).
 

(15) Bu yüzden ahlakın genel tarifi “mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan kurallar bütünü, insanların kendisine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı” özelde ise “bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy” olarak yapılır. Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yayınları, 2000, s. 5.


Bu gerilim içinde tezahür edenleri şu olgular olarak sıralayabiliriz:

1) Ahlaka dair kanaatimizce bilinmesi gereken öncelikli husus onun olmuş bitmiş bir hadise olmayıp, olmakta olan, sürekli gerçekleşen bir hadise oluşu ya da olduğudur. Bu durum onun beşeri bilinç içerisinde her daim anlaşılması gerektiğine ve onu anlamaya dair çabaların sürekliliğine ve onun anlaşılmasının tüketilemez oluşuna işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle ahlakın nasıl tezahür ettiği konusunda bilinçlerin her daim uyanık olması, anlama ufuklarımızın her daim genişletilmesi, tazelenmesi gerekmektedir. Ahlaki sorgulama esasen anlama ufkumuzla hareket eder; onu anlamaya dair kuramlarımız ne kadar genişler ve test edilirse ahlaki şuurumuz da o oranda gelişir. Bu husus ahlakın ne olduğunun esasen insaniliğin ne olduğu ile derinden ilişkisi olduğu anlamına gelir. Çünkü ahlak insan olmaklığa dair bir bakış açısı tarafından belirlenir ya da büyük ölçüde şekillenir. Bu durum insan olmak ile ahlaklı olmanın bir tür özdeş olabileceğini bize hatırlatır.

2) Açıktır ki bizler ahlak ile insan olma sürecini yaşarken karşılaşırız. Ahlaki olanla hem bireysel hem de toplumsal hayatımızda karşılaşırız. Daha açık bir ifadeyle beşerden insan olmaya geçişte toplum hayatında kuralları öğrenip üstlenirken ahlaki olanla karşılaşırız. Bu nokta ahlakın bir taraftan kurallar düzeni olmasına diğer taraftan ahlakın insanın bir vasfı olmasına işaret eder. Ahlak, insanda doğal olarak bulunmasa da gayretleriyle elde ettiği bir meleke haline gelir. Bu noktada ahlakı sadece zihinsel bir işleve indirgemek ya da onun davranışta ortaya çıkan bir hal olduğunu fark etmemek büyük bir yanılgıdır. Bu manada bilginin ahlakla irtibatı ancak davranışta tezahür eden bir hale atıf yapmasında gerçekleşir. Çünkü eylemler nihayetinde ahlaki failin iradesini, ne demek istediğini, kastını, amacını, kısaca anlamını temsil etmektedir. Bu husus ise ahlakın bilgi ve eylem temelinde zuhur eden ya da tecessüm eden bir var olma tarzı olduğunu ifşa eder.

3) Ahlakı sanki insanın dışında, onu belirleyen ya da onu tayin eden bir alan olarak görmek de pek çoğumuzun sıkça yaptığı bir hatadır. Elbette değerler alanı farkında olsak ya da olmasak da bizi ihata etmektedir ancak bu alanın etkinliği onun farkına varan ahlaki fail ile ortaya çıkmaktadır. Değerler alanı en yüce muhtevalara sahip olsa bile onun farkında olmayan, onu anlamayan bilinçlerde tezahür etmez. Bu husus ahlakın öncelikle bir duyarlılık kazanma hadisesi olduğunu bize söyler. Ahlaki fail ahlaki bilincini ne denli geliştirir ve ahlaki davranışları üzerine ne kadar teemmül ederse, o derecede ahlak bilinci/şuuru gelişir. Böyle bir bilinç, ahlaki durumu tahlil etmenin kullanışlı ve derinlikli yolunu gösterir. Eğer gerekli teemmüli durumun yargısına ulaşmazsa ahlaki karar verme ve davranış durumu gerçekleşmez. Ahlaka dair hassas ayrımlar yapma kapasitesinin kaybolması ve seçimlerin donuk ve rutin bir hale gelmesi ahlaki çürümeyi seslendirir. Ahlaki çürüme karmaşık ya da belirsiz durumlara ahlaki faalin çözüm getirememesidir. Bu noktada faile geleneğin önceden sunmuş olduğu altın kurallar, düzen ya da emirler yardımcı olmaz. Çünkü onlar bilenebilecek durumlarda işlerler. Oysa ahlakın özünde belirsizlik ve çatışmanın kalıtımsal olarak mevcut oluşu vardır.

4) Ahlakın bir toplumda varoluş tarzı, toplumun nasıl ve hangi süreçlerden geçerek var olduğuyla da alakalıdır. Çünkü ahlak toplumun kurucu öğesi ve koordinasyonuna göre değişebilir. Gerçekten tarihsel süreçte değişik güçlerin insanlığın ahlaki tarihini belirlemiş olduğu; insanlığın çoğunlukla politik organizasyonlar (klanlar, despotik krallar, şehrin oluşması, demokrasiler, politik talepler) tarafından etkilendiği; ekonomik sorunların, endüstri pratiklerinin, ticaret ve bankacılığın tezahür eden ahlak üzerinde geniş çaplı etkilerde bulunduğu; benzer şekilde hukuki süreçlerin de ahlaki yaşayış üzerinde önemli tesirler yapmış olduğu kabul edilen bir olgudur. Günümüzde kapitalist üretim ve tüketim mekanizmalarının ahlaki faalinin iradesini ve davranışını görülmedik bir biçimde zorladığını hatta engellediğini söyleyebiliriz. Buna ilaveten ahlaki hayatın giderek karmaşıklaşan ve farklı bağımsız güçler tarafından etkilenen bir hususiyete sahip olduğu da hesaba katılmalıdır. Sözgelimi kilo verme ya da zayıflama şuana kadar insanı belirleyen iradi bir faaliyet olarak görünürken, mideye takılan birtakım aletlerle gerçekleştirilen bir hadise olmaya doğru yol almaktadır. İradenin yerini sanki teknolojik uygulama ve aletlerin alması, aynı hususun ahlaki alanda da gerçekleşip gerçekleşmeyeceği sorunuyla bizi karşılaştırmaktadır. Aynı şekilde yüz yüze ilişkilerden internet üzerindeki ilişkilere geçiş, ahlaki hayatın mod değiştirdiğini bize haber vermektedir. Toplumsal hayatın kalıpları ve değişimlerinin ahlaki hayat üzerindeki etkisini anlamak, günümüzde onun nasıl tezahür ettiğine dair anlama ufkumuzun incelikli çalışmasını gerektirmektedir.

5) Ahlak, temelde ahlaki faalin tercihleriyle başlasa da, başka öznelerin/iradelerin değerler alanındaki yönelimlerinin farklı olabileceğini anlamayla sonuçlanır. Ahlak alanı özneler arasındaki ilişkileri kuşatan aşkın bir alana işaret ettiği için değerler, yalnızca iradi mücadele içinde ötekinin/diğerinin tanınmasıyla başlamaz; ama aynı zamanda ahlaki bir özne olarak konumuyla uyumlu bir şekilde onun düşünceleri, planları ve amaçları olduğu gerçeğini tanıma veya tasdik ve buna saygı duymayla başlar. Ötekinin tanınması, ahlakın ilk ilkesi olarak esasen ‘dünyadaki herhangi bir değerin başka herhangi bir değer kadar gerçek olduğunu tanıma’ anlamına gelir. Başka değerlere saygı duyma; değerlerini bırakmayı değil, ama değerlerini kendi iradelerinden çok, toplumsal kurumlara bağlı olan bir dönüşüm yoluyla uyumlulaştırmaya çabalama anlamına gelmelidir. Bu noktada tarafsızlık bir başkasının değerlerine samimiyetsizlik veya ilgisizlik hâli değil; bilakis saygı yoluyla bağlantı kurmaktır. Çünkü “değerler dünyasının hakikati” bu dünyada bir değerlendirmenin yer aldığı durumda, bunun senin mi yoksa benim mi olduğunun temel teşkil etmediği anlayışıyla başlar. Değerler dünyasını, ilk önce, kim yaparsa yapsın bütün değerleri ‘tahammülkâr’ bir şekilde, tüm insanlar tarafından kendi zaman ve mekânları içinde bir olgu ve sade bir değer olgusu olarak ele alınması gereken “kendinde şeyler” olarak görmeye çalışmaktır. İkinci olarak, hayatı uyumlulaştırmaya çalışan değerleri ve fiilleri daha önemli kabul etmektir. Bu noktada makul olmak, değerleri seninkilerle çelişen bir başka insanla kavga etmek yerine, savlar kullanmak, ahlaki bakımdan onları ikna etmeye girişmektir. Bu yüzden makullük, çelişkiyi uyumlulaştırma becerimiz pratik ahlaki uygulamalardan ayrılmaz.

6) Ahlak temelde insanın seçim ve davranışlarına, onun diğer insanlarla ilişkilerine dayansa da bu unsurlar çoğu zaman ahlakın mevcut oluşunun garantisi olmaz. Tersinden söyleyecek olursak ahlak bir insanda ya da pek çok insanda bir meleke haline gelemeyebilir. Bu durumda ahlaktan vazgeçmek, onun imkânını belli bazı durumlara mı havale etmek gerekir? İnsanlık tarihinde ahlakın mevcudiyeti ahlaklı insanların varlığıyla beraber gerçekleşmiştir. Gerçekten bir toplumda yaşam ustası, ahlak erleri ya da kültürümüzün ifadesiyle insan-ı kâmillerin mevcut olması, o toplumun hatta döneminin ve insanlığın karşı karşıya kaldığı ahlaki sorunların üstesinden gelmelerinin ön şartıdır. Zira ahlakın ahlaklı insanın müktesep vasfı olması, sıradan insanların kolayca düşecekleri hatalara düşmeyerek ahlak adına farklı mertebe ve cihet kazandırmalarındandır. Bu husus yukarıda da işaret edildiği gibi ahlakın hayat içinde; candan cana sirayet eden; ustasından öğrenilen bir ilim olduğunu gösteriyor. Ahlak, “insan olmanın” ne demek olduğunu kavramış; nasıl yaşayacağımızın bilgisini içselleştirmiş; insanlara inanç, güven ve çalışma azmi veren, onları harekete getirip ruhlarını dirilten üstatlardan; ahlak erlerinden öğrenilir. Bu yüzden ahlakı öğreneceğimiz yer, onu tahakkuk ettiren, gerçekleştiren yaşayan örneklerdir. İnsanlar nasıl davranacaklarını bu örneklerden görür ve onu kendisine naklederek/modelleyerek hal edinir. O örnek o kadar içselleştirilir ki o davranış üslubu size mâl olur. Bu taklit değil bir içselleştirmedir. Bu husus ahlakın temelde hayatın içerisinde ve ilişkiler esnasında öğretileceğini seslendirir.

Bu hususu destekleyecek diğer bir yaklaşım, iki bin beş yüz sene önce Sokratesin, -bugün de sorduğumuz gibi- “ahlak/erdem öğretilebilir mi?” sorusuyla daha iyi anlaşılabilir. Öğrencisi Platon ve Aristoteles bu soru minvalinde kendi düşüncelerini ortaya koyarak, ahlak bilgisinin ayrı bir bilgi ve bunu öğrenmenin en iyi şeklinin “örnekleme” olduğunu ifade etmiştir. Ahlak, gerçekten bilgidir ama onu özel kılan örnek olabilme bilgisidir. Peki, ahlak, neyin örneği olabilme bilgisidir. Kültürümüzün diliyle cevap verirsek, ahlak insan-ı kâmil olabilmenin bilgisidir ve o, bu durumun bilinciyle başlar. Bu bilinç, ahlâk konusunda söylemlerin ancak bilgimizle kâmil insan olabildiğimizde gerçekleşeceğine işaret eder. Bu, ahlak hususunda çuvaldızı her daim önce kendimize batırmamız gerektiğine de işaret eder. Çünkü ahlakın neresinde durduğumuzu, içimizdeki olumsuz hasletleri sorguya çekebildiğimizde, kendimizle yüzleşebildiğimizde, kendi iç âlemimizin derinlikleriyle karşılaşabildiğimiz noktada bilgisiyle ahlakını bütünleştirmiş insan olabiliriz.

Yukarıda sunulan çerçeve düşünüldüğünde ahlakı anlama çabası; ahlaka bir temel, standart arama ve ahlakın sabit bir amacını belirleme çabasına indirgenmemelidir. Bu çaba, ahlaki deneyimin doğasını, onun sosyal ve fiziksel çevrede nasıl gerçekleştiğini anlama ve olumsal bir dünyada deneyimin bize sunduğu imkânları daha iyi bir yaşamı inşa etme yolunda zekice kullanma ve dönüştürme potansiyelini geliştirmek olmalıdır. Bu noktada ahlakın açık uçluluğu ve ahlaki durumların kesin olmayışı sebebiyle bu alana dair değerlendirmelerimiz her daim devam edecektir. Zira insanlar ahlaki alanda karar ve kanıta varmak için daima ölçüt aramaktadırlar. Bu sebeple ahlaka dair her türlü değerlendirme, araştırmanın ya da soruşturmanın en geniş görünümünü temsil edecektir. Kuşatıcı ve tatmin edici bir ahlak anlayışı için, ahlaki vokabülerin ima ve hedeflerinin her daim dikkatli bir şekilde tahlil edilmesi gerekir. Bu açıdan yapılabilecek en temel eleştiri ya da değerlendirme, ahlakı; yaşadığı serüven içinde çözümleyebilmekten geçmektedir. Ahlakın kendi içinde devam eden değerlendirmesine ilaveten mevcut ahlak anlayışlarını eleştirmek, varlığın ve dolayısıyla deneyimlerimizin niteliklerinin açımlanması anlamına geleceği için, sonu gelmez bir sürece işaret edecektir. Bu süreci anlamaya yönelik erdemli eylemin de sonlu-akıllı varlığın biricik değeri olabileceği söylenebilir.

Kaynakça

Ahmet Cevizci, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Paradigma Yayınları, 2000.

Burhanettin Tatar, “Ahlakın Kaynağı” İslam’a Giriş: Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar, İstanbul, D.İ. B. Yayınları, 2008.

Celal Türer,  “Ahlaktan Eğitime: Yine Ahlak”, Felsefe Dünyası, 2014.

Celal Türer, “Değer ve Kişilik”, Felsefe, Edebiyat ve Değerler, Kahramanmaraş Belediyesi Yayınları, 2014.

Hasan Ali Yücel, Felsefe Dersleri Metafizik, Ahlâk, Estetik, Maarif Basımevi, İstanbul 1955.

H. Ziya Ülken, Ahlak, Ülken Yayınları, 2001.

Kenan Gürsoy, Etik ve Tasavvuf, Sufi Kitap, 2008.

Paul Ricoeur, Başkası Olarak Kendisi, çev. Hakkı Hünler, 2010.

Veli Urhan, İnsanın ve Tanrı’nın Kişiliği, Ankara Okulu, 2002.

 


*Prof. Dr. Ankara Üniversitesi