Deizm Ahlâkı:
Ahlâkçı Geçinmenin Dayanılmaz Hafifliği

Adnan Bülent Baloğlu*

Hıristiyan ahlâkına dair en kıymetli, en özgün ve belki de en tarafsız çalışmalardan biri, kanaatimce, Filistin asıllı Amerikalı filozof İsmail Râci Faruki’ye aittir. Faruki bu önemli eserinde, Hıristiyan ahlâkının özgün bir “İsa ahlâkı” olduğunu iddia eder. Ona göre, Hz. İsa, kendi toplumunun ahlâkının değer içermediğini, varlık nedenini kaybettiğini, bu sözde ahlâkın, esasen, dindarlık “maskesi” altına saklanmış davranış kurallarından ibaret olduğunun farkına varmıştı. (Faruki 2015: 92). Bu sözde ahlâk, bir ümmetin varlığını, yanlış bir biçimde, tüm değer yasalarının önüne geçirmiş, var olan ahlâki duyguları da istismar edip çarpıtmış, nihayette çıkarcı, tekelci ve baskıcı bir yapıya bürünmüştü. Diğer taraftan, Yahudilik de her durum ve şartta inat ve ısrarla sürdürülen içi boşaltılmış, kof bir değerler sisteminden ibaret olup Yahudi toplumunu aleni bir çürüme ve nihilizmin kucağına sürüklüyordu. Yahudi toplumu, hem kendi ahlâk kurallarına uymayı hem de savunduğu ahlâkın temelini reddediyor ve böylece kendi varlık zeminini açıkça inkâr ediyordu. (Faruki 2015: 95). Hz. İsa bir hakikati keşfetmişti: Ahlâken çürümüş bir toplumda ne bireyin ne insanlığın ve ne de dünyanın bir kıymeti olabilirdi. Hâlbuki dünya toplum ve bireye hizmet için vardı ve varlık nedeni bireyin daima hizmetinde olmaktı. Sadece Yahudi kavmiyle ve İsrail’le ilgilenen, insanlığın geri kalanını yok sayan bir ahlâk yasasının hiçbir değeri olamazdı. O halde ırkçı bir Yahudi dışlayıcılığına karşı insanlığın evrensel kardeşliğini öne çıkaran bir Yeni Ahlâk’ı tesis etmek elzemdi. (Faruki 2015: 95-97). Kişinin vicdanı, bu içselleştirilmiş, öznelleştirilmiş ahlâkın mahkemesi ve sesi olmalıydı. Vicdan bu ahlâkın sesi olacak, sesini ruhuna duyuracak ve iradeyi yönlendirecekti. “İlk taşı atmak” hak ve önceliği sadece “günahsız” kişiye ait olabilirdi; herkes önce kendi vicdanıyla hesaplaşmalı ve kararını onun sesine göre vermeliydi. (Faruki 2015: 103). Yeni Ahlâk bir şeyi daha vurguluyordu: Kişi bütün yüreği, canı ve aklıyla Tanrı’sına yönelmeli ve O’nu samimiyetle sevmeliydi. Hz. İsa, Yeni Ahlâk’la birlikte dini de öne çıkarıyordu, zira ailevi, siyasi, bireysel ve toplumsal değerlerin anlam bulması başka türlü mümkün olamazdı. Söz konusu Ahlâk, ilhamını dinden ve bilhassa “Tanrı’nın egemenliği” fikrinden alıyor, Tanrı’nın iradesini gözetiyordu. Tanrı’sız bir ahlâk asla bir Yeni Ahlâk olamazdı. Aksi takdirde, Hz. İsa ancak sıradan bir reformcu olur, getirdiği ahlâki yasalar ise, ahlâki ve sosyal bir takım sonuçları olsa bile, insanın manevi yönünü göz ardı eden, ruhsal dönüşümüne katkı sağlamayan sıradan kurallar bütününden ibaret olurdu. (Faruki 2015: 102).

Hz. İsa’nın Havari Matta tarafından kayda geçirildiğine inanılan “Dağ Vaazı”, Hıristiyanlığın inanç ve ahlâk sisteminin özünü yansıtan tipik bir örnektir. Hıristiyan olmakla salih, ahlâklı kişi olmak arasındaki derin bağlantıya dikkat çeken bu Vaaz, “ruhu fakir, alçak gönüllü, merhametli ve kalbi temiz” olanların “yeryüzü mirasçısı” ve “göklerin kralı” olacaklarını müjdeler. (Kishlansky 2017: 193-96). “Dağ Vaazı” inançlı ve ahlâklı bir toplum inşasının elzem parametrelerini ihtiva etmenin yanı sıra, Hıristiyan ahlâkının dinsel doğasına dair önemli ipuçlarını da taşır. Benzer şekilde, Aziz Pavlus’un “Romalılara Mektup”u, Assisi’li Francis’in “Öğütler”i, Thomas Acquinas’ın “Summa Theologica”sı, Siena’lı Catherine’nin “Mektuplar”ı gibi ahlâki muhtevası yoğun pek çok tarihi belge Batı medeniyetinin manevi köklerini besleyen fevkalâde önemli belgeler olma vasfını haizdir. Aynı zamanda bu belgeler bize, açıkça, Hıristiyan toplumunda özellikle Rönesans’a kadar olan dönemde inanca ve ahlâka yapılan özenli ve eşit vurguyu da gösterir. İmanlı, dindar bir Hıristiyan olmanın yolunun merhamet, mütevazılık, sabır, kanaatkârlık, fazilet sahibi olma ve komşuya iyi davranma gibi bir dizi ahlâki erdemin samimi bir biçimde hayata aktarılmasından geçtiğini anlatır. Siena’lı Catherine, 1376’da Dük Louis’e yazdığı mektubunu şu cümlelerle noktalar: “Unutmayın ki, Lordum, ölüm haktır ve ecelin ne vakit geleceğini bilmiyorsunuz. Hayatınızı Tanrı’nın kutsal ve müşfik sevgisiyle sürdürmeye özen gösterin. Haddimi aştıysam beni bağışlayın. O Mübarek İsa adına!” (Kishlansky 2017: 385).

Hz. İsa yalnızca bir peygamber değildi. O aynı zamanda bir kanun koyucu, bir yol gösterici ve bir öğretmendi, özellikle de bir ahlâk muallimiydi. Bir tebliğci olma vasfını ve sorumluluğunu üstün bir karakter ve örnek davranışlarla kendi şahsında birleştirmişti. Bir peygamber olarak görevi, ahlâklı ve imanlı bir numune toplumu inşa etmekti. Ahlâken kokuşmuş, din ve inanç bakımından yozlaşmış, yoldan çıkmış bir toplumu pisliklerinden arındırmayı hedefliyordu. Kozmosu, dünyayı, hayatı anlamlı bir bütün olarak kavrayan duru ve tutarlı bir bireysel ve toplumsal bilinç oluşturmak bir başka amacıydı. Dahası, bir yol gösterici olarak, bozulan toplumsal dengeleri tamir etmeyi, altüst olan düzeni yeniden tesis etmeyi hedefliyordu. İlaveten, fizik evren ile metafizik gerçeklik arasındaki ahenkli ilişkiyi fark etmekten âciz gözlerin perdesini de kaldırmak da bir başka amacıydı.

Yazımıza bu satırlarla girdik, zira niyetimiz, başlangıçta Hıristiyan toplumunda din ve ahlâk arasında yakın ilişkinin varlığına dikkat çekmek, Hıristiyan bireyin ve toplumunun ahlâkının şekillenmesinde dinin oynadığı rolü bir nebze olsun ortaya koymaktır. Bir vakitler Hıristiyan coğrafyada, dinin ahlâka sağlam ve güvenilir bir zemin işlevi gördüğünü hatırlatmaktır. Zira din ve ahlâk arasında bir kopmaz bir ilişki vardır, birbirlerini besler ve desteklerler. Bu gerçek, Hıristiyan toplumunda da belli bir vakte kadar bu şekildeydi. Din ahlâka dair emirler veren, onun insan fıtratıyla bağını kuran bir motor işlevi görüyordu. Dindar bir kimse pekâlâ ahlâksız biri olmayı seçebilir, ama din asla ahlâksız olamazdı. Din ve ahlâk birbirine göbekten bağlıydı, zira ikisi birbirinin sütkardeşiydi. (Köktaş 2022: 164-65). Konuya Hıristiyan ahlâkı ile girdik, zira onun neoliberal ahlâk ve onun bir şubesi kabul ettiğimiz deist ahlâk arasında tarihsel bir bağın var olduğunu iddia ediyoruz. Dolayısıyla burada konumuz doğrudan İslam ahlâkı değildir, ancak gerektiğinde ona da atıflarımız olabilecektir. Her şeyden önce, Hz. İsa ile hayat bulan Hıristiyan ahlâkının daha sonra kapitalizmle ve ardından liberalizmle birlikte nasıl şekil, renk ve yön değiştirdiğini ve farklı ahlâki tutumlara zemin teşkil ettiğini görmek önemlidir. Bunu yaparken Batı Hıristiyan ahlâkının uzun tarihi serüvenine girmek gibi bir niyetimiz yok, zira bu yazımızın amacını ve hacmini aşar. Bununla birlikte, deizme has bir ahlâkın var olup olmadığını, varsa mahiyetini anlamak için tarihsel akışı derinden etkileyen, köklü toplumsal dönüşümlere sebep olan gelişmelerin kısa ve özlü bir analizini yapma çabası içinde olacağız. Burada Hıristiyan ahlâkındaki zemin kaymasını mercek altına aldık, çünkü günümüz deizmi Batı kaynaklıdır ve bu zemin kaymasıyla birlikte Batı’da vuku bulan ve ardından küresel ölçekli bir yayılma arzu, hırs ve istidadı sergileyen neoliberal kapitalizmin sekülerist ahlâkından önemli ölçüde beslenen bir olgudur.

Seküler Hümanist Ahlâkın Ayak Sesleri

Rönesans’ı, hem hümanizmin doğduğu hem de din ve dünya arasındaki ilk gerilim kıvılcımlarının çakmaya başladığı çağ olarak tanımlayabiliriz. Aynı şekilde, Rönesans, toplumun birçok şeye dair tahayyül ve algısında köklü değişim ve dönüşümlerin habercisi de olan, din, sanat, siyaset ve ekonomide çok farklı görüşlerin, seküler bakış açılarının Kilise’ye rağmen cesurca dillendirildiği bir dönemi karakterize eder. Bilimde ve sanatta bir yenilenmeyi, bir yeniden doğuş ve uyanışı ifade eden Rönesans, Tanrı’ya ve Kilise otoritesine karşı bir isyanın tohumlarını da barındırır. (Baloğlu 2022: 119). Bir başka açıdan Rönesans; siyaset-din-ekonomi üçgeninde yeni ilişki biçimlerinin ve davranış kalıplarının doğuşuna da işaret eder. Dinin nihai amaçlarını gözeten etik sistemin aşınma sürecinin başlangıcı kabul edilir. Tanrı’ya ve Kilise’ye bağlılık yeminine sadık kalanların sayılarının düşüşe geçtiği bir dönem olan Rönesans’ta toplum, siyaset, ekonomi, Kilise ve dini gelenekler güçlü bir değişim rüzgârının çekim alanına girerler. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesindir. Şehrin, ekonomik ve toplumsal hayatın merkezine oturması ekonomide yeni kazanç kapılarının açılması anlamına geliyordu. Kozmopolit şehir yaşamıyla birlikte bir yandan muhafazakâr doku çözülürken, bir yandan da geleneksel tarz ve kalıplar yavaş yavaş terk ediliyordu. İlahi düzenin tahtına göz diken yalnızca bir  “liberal” düzen değildi gelen; paraya ve sermayeye hükmetme arzusuyla yanıp tutuşan bir “oligarşik” nizam da yoldaydı. Rönesans’ın belki de en belirgin vasfı, hümanizmin fermentesine müsait bir iklim olmasıdır. Hümanizm hareketini akılla inancı uyumlu kılma çabalarının doğal bir sonucu olarak görmek de mümkündür. İlerleyen süreçte bu hareket, modernizmin ve sekülerleşmenin elverişli bir aracı, modern insanın yeni yaşam biçimini belirleyen yeni bir kültür olacaktır. (Baloğlu 2022: 123)

Nihayette Orta Çağlar ile modern zamanlar arasındaki ilk toplumsal ve kültürel kırılmadır Rönesans. Bu dönemde, insanın ahlâki sorumlulukları ve “ahlâki iyi” algısı ile Tanrı’nın emirleri arasında sıkı ve kopmaz bir bağın varlığına ikna olma hali, en azından görüntüde de olsa, hâlâ mevcuttur. Ancak zamanla ve özellikle yeni keşiflerle birlikte, dünyanın akıllı olanların hizmetine ve faydasına verildiği fikrini tetikleyen iki nitelik ağır basar: üretkenlik ve rasyonellik. Üretken ve rasyonel olma vasıfları ile aklını kullanma, sıkı çalışma, sürekli gelişme kaydederek tüm üretkenliği sergileme ve dünyayı bir yaşam konforu alanına dönüştürme arasında sıkı ve organik bir ilişki vardı. (Taylor 2008: 360). Bu anlayış belli kurallar dâhilinde yeni bir yaşam tarzını gerekli kılıyordu. Rasyonellik ve üretkenlik iki hususun ifasıyla yakından ilintiliydi: gelenekleri reddetme; kendini işine adama. (Weber 1997: 62). Tüm bunlar girişimci, atak bir “kapitalist ruh”un doğmakta olduğunun habercisiydi.  Ufukta gözüken silüet, kiliseye muhalif olmasa da giderek kayıtsızlaşan ve uhrevi meselelerle arasına mesafe koymakta bir beis görmeyen bir “kapitalist” insana aitti. Bu yeni tipin kişisel ahlâki vasıflarının Hıristiyan dini ve ahlâkıyla ilişkili olması gerekmiyordu. Bununla birlikte, gerek dinin gerekse ahlâkının, idealize edilen tipolojinin inşası ve geliştirilmesi işlemine ayak bağı olması uzak bir ihtimal değildi. O halde, kapitalizmin öngördüğü bir yaşam tarzının tesisi ancak bir “liberal aydınlanma” temelinde mümkün olabilirdi. Bu sebeple, bir “kapitalist ruh”un yeşerebilmesi için gerekirse din ve ahlâk gözden çıkarılabilirdi. (Weber 1997: 62).

Din kaynaklı değer yargılarının bulunmadığı, yalnızca fiziğin ve yasalarının geçerli olduğu bir “doğal” dünyanın, yaratıcı özelliğinin dışında tüm ilahlık payeleri askıya alınmış bir Tanrı’nın müdahele alanının dışında olmasına şaşırmamak gerekir. Şüphesiz böyle bir dünya, kendilerine yeni kazanç ve sömürü alanları arayan akılcı, fırsatçı, faydacı ve hesapçı özellikleriyle dikkat çeken kapitalist ruhlar için de oldukça elverişliydi. O halde yapılması gereken şey, din, siyaset ve ekonomi üçgeninde dönen ilişkileri yeniden dizayn etmek; kavramların içeriklerini zamanın ruhuna göre yeniden doldurmak ve nihayet, toplumsal yapıları bununla uyumlu olacak şekilde yeni baştan kurgulamak ve inşa etmekti. Akıl, bilim ve deney bu yeni dünyanın rehberleri olarak belirlenirken, hoşgörü, özgürlük, eşitlik gibi temel hümanist değerler de evrensel ahlâkın parametreleri olacaktı. Bunların tek bir anlamı vardı: Doğadan gelen insan yeniden asli yuvasına yani doğaya dönüyordu. Unutmayalım ki, Hıristiyanlığı, İncil’i, dini öğretilerini, ruhbanlarını, kiliselerini ve de ahlâki kodlarını hedef alan sözlü taciz, saldırı ve karalamaların artması da bu sürecin doğal bir parçasıydı. Başta, doğal olarak, dini hayatı, ardından siyaseti, ticareti, sanatı, kısaca söylemek gerekirse, hayatı tüm karelerini denetim altında tutmek isteyen Roma Katolikliğinin tarih üstü/ötesi rol ve gücünün bu süreçte giderek aşındığı gözlenecektir. Avrupa monarşileri ile sürdürülen çıkarcı ve karanlık ilişkiler, otorite kavgaları, rüşvet vb. hususlar bu aşınmayı hızlandıran amillerdir. Katı bürokratik yapılı Roma Katolikliği, kurgu ve tasarımı siyasetin aktörleri ve ekonominin patronlarınca yapılan “modern” zamanların sonsuz ufkuna doğru sürüklenmekten kaçamayacaktır. Ekonominin merkeze oturduğu bir kapitalist dünya tasavvuru adım adım gerçekleşirken, Katolik itikadının metafiziğini ve ahlâkını muhafaza etmek giderek zorlaşacaktır. Günümüzde bu tasavvurun sahiplerinin işi teknik ve teknolojinin de tüm ağırlığıyla devreye sokulmasıyla daha da kolaydır artık.

Özellikle Kilise’ye ve din adamlarına kimi zaman alay ve aşağılama derecesine varan tepkisel ve eleştirel tutum 17. asırda zirve noktasına eriştiyse şüphesiz bunda Protestan hareketin de ciddi payının olduğunu görmek gerekir. Martin Luther, Roma Kilisesi’nin asli rotasından saptığını, zinaların, ayyaşlıkların, kumar ve oyunların mekânına dönüştüğünü söylediğinde tarih 1500’lü yılların başlarıdır. Olup bitenleri büyük bir “skandal” olarak nitelendiren Luther’in gördüğü manzara, tembel, özensiz ve istismarcı papazlarla sarılmış bir Kilise manzarasıydı. (Febvre 2016: 74-75). Papalığa bir meydan okuma hareketi olarak başlayan Reform, sadece birey ve Tanrı arasındaki aracıları ortadan kaldırma teşebbüsü değildir, aynı zamanda bir dinsel ve ahlâki arınma çağrısıdır. Her yüzyılda dünyanın giderek daha fazla ahlâksızlaşma emareleri göstermeye başladığına dair endişeler farklı düzeylerde dile getirilir. Ancak özellikle bu dönemde, Kilise’nin ve onun din anlayışının insana ve tabiata bakışının ahlâktan yoksun olduğunu, dolayısıyla ruhban sınıfının devrinin kapanmak üzere olduğunu  söyleyen muhalif kesimlerin “natüralist” eğilimlerini hatırlatmak gerekecektir. Söz konusu eğilim sahiplerine göre, iyinin, iyiliğin, “iyi görme”nin mutlaka din, Kilise ya da Tanrı’nın vahyi ile bir bağının olması gerekmiyordu. Bu eğilimin ateist ve deist tonları zamanla daha belirginleşecektir. Hatta kimilerine göre, Reform hareketiyle güç ve cesaret kazanan aşırı Protestanlık bir tür deizmdi. Öyle ki, aşırı Protestan duruşu deizmden ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Luther’in bilinçten ve özgürlükten yana tavır koymasının deizmin önünü açtığı iddia edilmiş, bunun deistlerin rasyonalizmine ve hür düşünceyi savunma azimlerine ilham ve cesaret kaynağı olduğu söylenmiştir. (Emerson 1987: 20).

Max Weber, çarpıcı biçimde, Protestanlığın kapitalizmin önünü açtığını iddia eder. Ona göre, kapitalizmin girişimci ruhuna uygun, metodik, disiplin sahibi, işine önem veren ama aynı zamanda Tanrı’nın taleplerini de gözeten ahlâklı, bilinçli bir Hıristiyan kişiliğin inşasında püriten Protestanlık etkin rol oynamıştır. Başka bir deyişle, Protestanlık, ticaretin önünü açacak yeni bir ahlâk türünü devreye sokarak kazanca ve maddeye olan beşeri ilgiyi ahlâkın sınırlayıcı yasaklarından kurtarmış, Tanrı’nın muradının tam da bu olduğu iddiasıyla kazanca meşru ve yasal bir zemin açmıştır. Çalışmak, mal-mülk sahibi olmak, kazanmak, biriktirmek sadece dünyevi değil, manevi kazancın da anahtarıydı. (Weber 1997: 150). Bu teze göre, yeni ahlâk Kalvinist iş etiği ile teolojinin harmanlanmasından doğmuştur. Şayet bu doğruysa, kapitalizm başarısını önemli ölçüde Protestanlığa borçludur. Daha doğrusu bu dinsel arka plan, kapitalizmin bir meşruiyet zemininde serpilmesinde arslan payına sahiptir. Tanrı’nın rızasını almak isteyen her Protestan, aynı zamanda mesleğini en ideal biçimde geliştirecek, tembellik göstermeksizin çalışacak, yaptığı işi sağlam ve düzgün bir şekilde yapacak ve böylece, Tanrı’nın iradesini ve buyruklarını sanatında tezahür ettirmiş olacaktır. O halde her birey, ait olduğu toplumsal katman ve yaptığı iş ne olursa olsun, öncelikle kendini mesleğine adamalıdır. Topluma faydalı olmanın yolu, gayretli ve çalışkan olmaktan, sıkı ve disiplinli bir biçimde çalışmaktan, yeteneğini en iyi biçimde sergilemekten ve elbette tutumlu olmaktan geçmektedir. Protestan ahlâk ilkelerini çalışma hayatında kusursuzca gözeten kişi, önce kendisine, sonra da toplumuna ve Tanrı’sına karşı sorumlu ve sağlam bir birey olma görevini ifa etmiş olacak ve böylece her türlü saygıyı da hak edecektir. İngiliz düşünür Terry Eagleton “Maddesellik Hıristiyanlık için kutsanmıştır, zira bu Tanrı’nın eseridir,” derken tüm hikâyeyi veciz biçimde özetler. (Eagleton 2021: 46).

Neticede, “kapitalist ruh”un doğuşuyla başlayan, hümanizmin ve kuşkusuz, dinsel çekişmelerin de etkisiyle daha da yoğun ve belirgin hale gelen sekülerleşme iklimi, kendi ahlâk anlayışını üretmekte gecikmeyecektir. Başlangıçta Protestanlıktan ilham, güç ve destek alan bu ahlâkın, bir din ya da vahye aidiyeti olmayan, bağımsız, beşeri tecrübe ve sezgilerle yoğrulan, doğayla uyumlu, akılla test edilmiş bir “evrensel ahlâk”a dönüşmesi bir dizi tesadüfün bir araya gelişiyle izah edilemez. Vurgulamak gerekirse, kapitalizm de küresel bir materyalist kültürün olgunlaşması ve yayılması safhasına merkezi role sahiptir. Elbette bu, her şeyin özeti değildir. Hümanist akılcılık, bilimsel deneycilik, natüralist eğilimler, teknik gelişmeler ve dizginsiz tüketim kültürü de toplumların ahlâk yapıları üzerinde olumsuz etkiler icra etmişlerdir. Ayrıca, kapitalizmin neoliberal politikalar eşliğinde bir “küreselleşme” kılıfı altına gizlediği çıkarcı bir “küresel ahlâk”ın inşası için harcadığı çabalar da yabana atılacak cinsten değildir. Dinden ve ahlâktan sıyrılmış rekabetçi, gemlenemez bir kazanma hırsını da hatırda tutarsak, geleceğin dünyasının nasıl bir tabloyla yüz yüze olacağına dair az çok bir fikir sahibi olabiliriz. Hz. İsa’nın en başta inşasını hedeflediği inanç temelli bir ahlâk toplumu idealinden epey uzaklara savrulmuş bir Hıristiyan dünyanın bağrında filizlenip serpilen deizmin ve ateizmin tüm bu tarihsel olay ve gelişmelerden ve de zamanın ruhundan etkilenmemeleri ve serpilmek için kendilerine uygun bir vasat bulmamaları elbette düşünülemezdi. Onlar da başta sözünü ettiğimiz keskin Kilise muhalefetinin kimi zaman aleni ama çoğunlukla da tecrit edilme korkusuyla gizli bir parçasıydılar. Unutmayalım ki, kimlik ve benliğin inşasında ve tanımlanmasında ima yollu da olsa inanca ve dine dair kırıntılar taşımayan bir “seküler ahlâk” deistler ve ateistler için sığınılacak emin liman işlevi görür. Seküler ahlâkın, dinsel meşruiyetten ve onun yüce değerlerinden arınmış bir ahlâk olduğunu, dolayısıyla büzülmüş, kuru, kısır ve izafi bir kurallar bütününe tekabül ettiğini bilhassa söylemek isterim.

Ahlâkın Geri Dönüşü

Ahlâkın çokça konuşulduğu, özellikle de ahlâksızlığın her yerde yayılmakta olduğu şikâyetlerinin arttığı zamanlardayız desek, herhalde yanlış söylemiş olmayız. Diğer taraftan, Fransız eğitimci ve filozof André Comte-Sponville de insanlığın şimdilerde ahlâkın geri dönüşüne şahitlik ettiğini söyler. Bu iddiayı teyit için birkaç sebep sıralar. İlk olarak, vaktiyle ahlâkı, köleleştirici, özgürlükleri kısıtlayıcı bir “Yahudi-Hıristiyan ideolojisi” olarak gören Nietzscheci ve Marksist 68’liler kuşağı bugün ahlâki kaygılarını sıkça dillendirmektedirler. Kendisi de 68’ler üyesi olan Sponville, ahlâkın, bu kuşağın gözünde, baskıcı, kısırlaştırıcı ve suçluluk duygusu uyandıran karakteri sebebiyle “ahlâksız” kabul edildiğini ifade eder. Bu kuşağa göre, kutsadıkları siyaset, ahlâk dâhil her şeyin yerini rahatlıkla alabilirdi. Şimdi ise durum çok farklıdır, 68’ler ve de onların ardından gelen bir kaç kuşak, siyasetten hâlâ vazgeçmemiş olsalar da söz konusu iddialarını artık terk etmişlerdir. Bugün ırkçılık dâhil, görüntüde siyasi olan pek çok insani sorun, onlar nezdinde, temelde bir ahlâki sorundur. Geçmişte “Siyaset her şeydir” diyen, iyi bir siyaseti, var olması gereken “tek ahlâk” kabul eden söz konusu kuşak şimdilerde “ahlâk her şeydir” fikrini benimsemiş durumdadır. (Comte-Sponville 2012: 16-26).

Sponville, ahlâka dönüşün ikinci sebebi olarak kapitalizmin zaferini gösterir. Kapitalizmin zaferini tescilleyen gelişme, 80’lerin sonunda Sovyetlerin çöküşüdür. Soğuk Savaş döneminde kapitalizm, yani liberal Batı, yani özgür dünya, komünist sisteme karşı kendi ahlâk sistemiyle övünüyor ve bu ahlâk üzerinden kendine bir meşruiyet zemini açıyordu. “Batı’nın hâlâ rakibi var ama kapitalizmin yok,” diyen Sponville için bu durum endişe vericidir. Halen tüm çarpıklık ve adaletsizlikleriyle tekelleşmiş konumdaki kapitalizm, üretme ve tüketme üzerine kurguladığı bir dünya sisteminde insani ve vicdani değerleri keyfine göre eğip bükmekte, nüfuz alanını her geçen gün katlamaktadır. Dolayısıyla, alternatifsiz bir kapitalist ideoloji, ahlâkın bir sorun olarak gündeme düşmesinde bir diğer sebeptir. (Sponville 2012: 26-29).

“Tanrı’nın ölümü” vavelâlarına kulak asmayan Sponville, gerçekte Tanrı’nın ölmediğini, kişinin özel hayatına çekildiğini, öldüyse bu ölümün toplumda yani sosyal alanda gerçekleştiğini söyler. Rönesans’la başlayan, Reform ve Aydınlanma ile ivme kazanan, 19 ve 20. asırlarda da devam eden laikleşme sürecinin nihayette “Tanrı öldü” ya da “Dünyanın büyüsü bozuldu” şeklinde sloganlaşması ve bunun fiili bir durum olarak algılanması Sponville’e göre yanlıştır. Laikleşme, yani dinin etki alanının dışına çıkma hali, daha net bir tabirle, “Hıristiyanlıktan uzaklaşma süreci” bir vakıa olsa da, Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözü Tanrı’ya inananlar için geçerli değildir. Sponville burada “laikleşmenin maliyeti” dediği bir tehlikeye dikkat çeker. Toplumu buluşturan “Tanrı” ölmüş, birbirine kenetleyen “din” ortadan kaybolmuş ve “dini birlik” bozulmuşsa ahlâka duyulan ihtiyaç çok daha hayati öneme sahip demektir. “Üç bin yıldır toplum hiç bu kadar laikleşmemişti,” diyen Sponville, “Feci şekilde ahlâka ihtiyacımız var,” der. Ona göre, ahlâka duyulan ihtiyaç üç bin yıldır hiç bu kadar büyük olmamıştır. Şayet Tanrı yoksa neyin yapılması neyin yapılmaması gerektiği sorusu âcilen cevaplanmalıdır. Dinin bir ahlâkı olması gerektiğini savunan Sponville, dinden kaynaklanması sebebiyle ahlâkı ikinci sıraya koyar. Din ortadan kalktığında ahlâk onun yerini alır, ki bu kaçınılmazdır. Ahlâkın geri dönüşüne gösterilebilecek üçüncü gerekçe budur. (Sponville 2012: 29-34).

Dördüncü sebep gayet açıktır. İlk üç sebep (bir kuşaktan diğerine geçiş ve siyasi buhran; Sovyet rejiminin çöküşüyle kapitalizmin bir karşıt tez olma meşruiyetini kaybetmesi; Tanrı’nın “sosyal ölümü” ile “Ne yapmalıyım?” sorusunun bireysel bir sorun haline gelmesi) ahlâka dönüşün bir “moda” olmadığını, medeniyetin kaderini tayin edecek öneme sahip bir ihtiyaç olduğunu ortaya koymaktadır. Bu geri dönüşten belki de en fazla nasiplenmesi gereken, daha doğrusu, bu geri dönüşe en fazla ihtiyacı olan piyasadır. Tüccar ve şirket, kazanmak için her halükârda ahlâka muhtaçtır. Sponville “Pazar ahlâkı” kavramını tuhaf bulur, ancak “Etik rekabeti arttırır, etik sattırır!” sözünün bu piyasada moda bir deyiş olarak klişeleştiğine dikkat çeker. Ona göre, pazarın yani piyasanın ahlâklı olmaktan başka seçeneği yoktur. O bu doğal sonucu “ahlâklı girişim modası” olarak tabir eder. (Sponville 2012: 34-39).

Sponville ahlâkın geri döndüğünü söyler; buna ve ileri sürdüğü gerekçelerine bir itirazım yok. Dindarlığı “ilerleme” mitine engel olmayacak bir tarza dönüştürme ve özel alana kaydırma modernitenin hedefleri arasındaydı. İlerleme lehine bir “büyü bozumu” tabir edilebilecek bu gelişmenin ahlâki eğilimleri ve dini yapılanmaları da bir değişim ve dönüşüme uğratması kaçınılmazdı. Ahlâkın geri dönüşü bir realite olmakla birlikte bu ahlâkın daha önce kaybolan ahlâk olup olmadığı meselesi üzerinde durulması gereken bir konudur. Sahne arkasına çekilen ahlâk temelde din ile organik bir bağı olan ahlâk iken, Sponville’in geri döndüğünü söylediği ahlâk ise, sırasıyla, modernite, modern kapitalizm ve onun rasyonel biçimleri, sekülerizm, neoliberalizm, piyasa mantığı ve ideolojisi gibi pek çok “çağdaş” unsurun taleplerine de boyun eğen “tuhaf” bir karışım manzarası arz eder. Bu karışımın içinde olmayan tek şey dindir. Onay ve yaptırım gücünü sadece birey ve toplum vicdanından değil, aynı zamanda ilahi kaynaktan da alan bir ahlâkın yerini “piyasa” ahlâkı almıştır. Dinini, dilini, kurumlarını, örgütlenmesini ve elbette dindarlığı sermayenin birikim ve kazanç araçlarına dönüştürmeyi başaran piyasa, kapitalizmin ve neoliberalizmin kendisine bahşettiği tüm teknik, imkân ve fırsatları rasyonel biçimde kullanmış ve “evrensel” bir hüviyete kavuşma yolunda ciddi mesafe almıştır. Bugün piyasa ahlâkı ile derin bir sinerji içinde olmayan belki pek az şey kalmıştır.

“Piyasa” kavramının insanın dünyasına ait pek çok şeyi niteleyen bir sıfat konumuna terfi etmesini kapitalizmin ve neoliberalizmin başarı hanesine yazmak gerekecektir. Söz konusu şeyler, Patrick Haenni’nin eserinin başlığının da ifade ettiği gibi, “piyasa” kavramı ile yeni bir muhteva ve kimliğe bürünmüştür. Onun Piyasa İslamı adlı eseri, esasen, İslam suretinde bir neoliberalizmi tanımlar. Bir “başkalaşma” halini özetleyen bu kavramı, köklerinden koparak uzaklara savrulan bir dinin trajik hikâyesini ima eder gibidir. İslam’ın Batı değerleriyle eklektik uzlaşısını haber verir. Aynı kavram, İslam’ın, çaresizce, Batılı küresel pazarlama ve kitle tüketim kültürünün kurallarına boyun eğdiğini, ondan beslendiğini ve onun modernitesinin icapları ile uyum içinde olmayı kabullendiğini de söyler. Haenni’nin eserinin iddiası nettir ve bir o kadar da Müslüman ruhunu acıtıcıtır: İslami perspektifli din, ahlâk, hayır işleri ve iktisat bugün Batılı piyasa etrafında yeni baştan şekillenmektedir. (Haenni 2014). Batı’da Hıristiyan dinselliğinin kapitalizm karşısında uğradığı dönüşüme benzer bir dönüşüm, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte, kabul edelim etmeyelim, Müslüman coğrafyaların da artık inkâr götürmez bir gerçekliğidir. Seküler/laik saiklerin İslami değerleri, yapıları ve fikirleri rasyonelize etme çabalarının olgunlaşmış ürünleri “piyasa destekli dinsellik” sayesinde bugün her yerdedir. Piyasa, bir yandan dinselliği radikal unsurlardan arındırırken, bir yandan da kitle kültürüyle eklemlenen, başarıya ve performansa odaklanan bir Müslüman kimliğini inşa etmektedir. (Haenni 2014: 51 vd.). Bu kimlik, “giydirilmiş” bir kimliktir; bu kimliğin bedeni de inancı ve ahlâkıyla ters düşen tarzlara (moda) alıştırılmış bir “meta” bedendir. Dine ve ahlâka ait pek az şeyi kalmış, “ihtiyaç ve tüketim odaklı” bir “piyasa” Müslümanıdır. Nihayette bu kimliğin dini, “piyasa mantıklarıyla bir araya gelebilen esnek bir ahlâki eylem aracı” (Osella 2022: 43) olmaktan ibarettir. Din artık revaçta olana motive edici bir işlev görmektedir. Daha somutlaştırmak gerekirse, din nihayette kapitalizm ve neoliberalizmin ekonomik ilke ve hedefleriyle uyumlu hale gelmiştir. Dinsel ahlâk neoliberal kalkınmanın anahtarı olacak şekilde yeniden, yeni baştan kurgulanmıştır. Böylece hem dinin piyasanın üretim ve tüketim hızını kesecek bir alet olmasının önüne de geçilmiş, hem de dini ahlâk ile piyasa ahlâkı arasındaki mesafe yakınlaştırılmış, nihayette birleşmeleri temin edilmiş olacaktır. (Osella 2022: 38-39). Kapitalist modernitenin tüm diğer kurumsal dinler karşısında olduğu gibi, İslam dini karşısında da önemli cepheleri elde ettiği söylenebilir. Haenni “Piyasa İslamı” kavramıyla dinselleşme temelli bir burjuvalaşmanın varlığına da atıfta bulunur. Söz konusu kavram, hayatı anlamlandırma ameliyesinde kapitalist eğilimlerin, piyasa taleplerinin –esasen çoğu pek de meşru olmayan taleplerin– meşrulaştırılmasına İslam’ın dayanak yapılması anlamına da gelmektedir. Nihai noktada, İslam, kapitalist modernitenin taleplerine uyum sağlama becerisi olan “girişimci” bir din olma hüviyeti kazanmıştır. (Haenni 2014: 10). Bu “girişimci” dinin, kapitalist sistem içinde Müslümana geniş bir hareket alanı açtığını görmek gerekecektir. Şayet ahlâk geri döndüyse, kapitalist liberalizmin seküler talepleriyle uyumlu bir ahlâkın sahneye çıktığını söylemek bir abartı olmayacaktır.

Deizm ve Deist Ahlâkı

Deistler için Tanrı, kâinatın ve tabiat kanunlarının ardındaki sonsuz, aşkın bir mimardır; ilahi zekâ sahibidir. Bu tanrının dinlerin tanrısıyla bir alakası ve benzerliği yoktur. Easen deizmin tanrısı, aşkın zekâsıyla sonsuz bir güç ve enerjidir. Mimar özelliğiyle sonsuz güç ve enerji sahibi bu Tanrı’nın insana benzer özellikleri de yoktur. O, ilahi vahiyler ya da kutsal kitaplar göndermez; din kurması için peygamberler yollamaz. Mucizelerle ya da başka araçlarla evrene ve tabiata müdahelede bulunmaz. İnsana ve işlerine karışmaz; dualarına karşılık vermez; ona buyurmaz, emretmez, yasaklar koymaz; cennet vaadiyle kandırmaz, ümitlendirmez; cehennemle, korkunç uhrevi cezalarla tehdit etmez, korkutmaz. Ona ibadetler veya bir takım yükümlülükler yüklemez. Deistler, birini öldürmenin, ırza geçmenin, hırsızlık yapmanın, insana zarar veren daha başka eylem ve davranışların özünde yanlış ve kötü olduğunu bilirler. Onlara göre, tüm bu kötülükleri anlamak ya da bilmek için bir dine ihtiyaç yoktur. Bunlar sağlaması yapılmış evrensel gerçeklerdir. İyiyi ve kötüyü ayırt edebilme melekesine sahip olan insan aklı, iyiyi ya da kötüyü bilmek için vahiysel bildirimlere, kutsal kitaplara, peygamberlerin kılavuzluğuna asla ihtiyaç duymaz.

Deizmi her türlü din ya da inançtan kesin olarak soyutlayarak onu daha ziyade bir felsefe ve yaşam tarzı kabul eden deistler için din kaynaklı bir ahlâk yoktur, bilakis “nesnel ahlâk” vardır. Bu ahlâk, insanlığın kendi tarihsel tecrübelerinden oluşan bir ortak inşadır, dolayısıyla beşer üretimidir, ilahi bir özelliği yoktur. İnsani durum, şart ve tecrübeler insanlığın ortak malı ve paylaşımıdır. Ahlâki kurallar bu paylaşımların ürünüdür, kurallarının özünde empati ve tecrübe vardır. İnsan kendisini neyin incittiğini tecrübeyle bilir, kavrar ve aynı şeyin başkalarını da inciteceğini empati kurarak anlar. İnsan olgunlaştıkça ahlâkı da olgunlaşır. Hal böyle olunca, ahlâkı din ile irtibatlandırmak gerçeği çarpıtmaktır. Dinler, “ahlâk” adı altında bir takım kurallar koyarlar, sorumluluklar yüklerler, fakat gerçekte ahlâk kurallarına sundukları bir katkı yoktur. İyilik dinden ya da dindarlıktan kaynaklanmaz. Neticede, aklı ve doğal evreni kendi felsefelerine temel alan deistler için bir resmi ahlâk yoktur. Deizmin parametreleri akıl, bilim, deney/tecrübe, doğa ve evrim ekseninde tayin ve etspit edilmiştir, ahlâk da bundan müstağni değildir.

Ateistlere ve deistlere göre, dinler evrensel ahlâk yasalarının keşfinde ilham kaynağı olamazlar. Bir başka deyişle, din, ahlâk yasalarına temel teşkil etmez, sebebi ise dinin açık reddidir. Ateist, bilimi kendine destek alarak Tanrı’yı reddeder; deist, bilimin desteğiyle Tanrı’yı kabul eder. Deist anlayışta, Tanrı vahiy göndermez, vahiy mahsulü kabul edilen kitaplar “peygamber” adı verilen kimseler tarafından kaleme alınmıştır. Dolayısıyla deistler, tıpkı ateizmde olduğu gibi, dinin ahlâka bir temel teşkil edemeyeceğini düşünürler. Nasıl ki dinin temeli akıl ve tabiat ise, aynı şekilde ahlâkın temeli de akıl ve tabiattır. Daha ziyade Shaftesbury adıyla bilinen ünlü deist Anthony Ashley-Cooper (ö. 1713), evren, kanunları ve yönetimi üzerinde tefekkür eden kişinin Tanrı’yı keşfedeceğini söyler. Kişinin zihni evrenle uyumlu bir biçimde yekvücut olduğunda Tanrı’yı ve ahlâk ilkelerini mutlaka bulacaktır. Erdemlerin mükemmel bir buluşmasını ve uyumunu temsil eden insan fıtratı daima iyi ve güzel olana meyleder. Ahlâk, fıtratın iyiye ve güzele olan bu meylinden doğar. Burada en önemli araç akıldır; akıl, duyguları sıkı bir biçimde denetim altında tutmak suretiyle ahlâklı davranışların doğmasında etkin rol oynar. Kötülük, tıpkı bedenin deforme olması, bozulması gibi, insan tabiatının, kendi mükemmelliğinden sapmasıyla gerçekleşir. O halde kötülük, bir fıtrat sapmasıdır, fıtratın bozulmasdır. Sapmasını önlemek, evrensel hakikati, iyiyi ve güzeli bulmasına yardımcı olmak için insana sürekli olarak kendi fıtri eğilimleri hatırlatılır. Bunların keşfi için bir vahye, kutsal kitaba ihtiyacı yoktur. (Aldridge 1951: 303).

Gnostik fikirlerin etkisiyle deizmin ahlâki yönüne vurgu yapan ve onu daha ziyade bir “ahlâksal terapi” kabul eden bir deist kol, kötülüklerin yok olup iyiliğin ve güzelliğin hâkim olmasıyla cennetin şimdi ve bu dünyada gerçekleşeğini savunur. Bu hayalî görüşün sahipleri olan Christian Smith ve Melissa Lundquist’e göre, Tanrı vardır, dünyayı yaratmıştır, kurallarını da belirlemiştir; insanları gözetlemekte, onlara göz kulak olmaktadır. Deizmin asla bir yekpâre bir yapı olmadığını açıkça gösteren bu deist anlayışı daha da ilginç kılan, Hıristiyanlığa ve diğer dünya dinlerine sempatiyle bakmalarıdır. Onlara göre, İncil’in ve çoğu dünya dinlerinin de öğütledikleri gibi, Tanrı insanların iyiliğini, iyi olmalarını ve birbirlerine dürüst davranmalarını ister. Hayatın temel amacı da mutlu olmaktır, insanın kendisini mutlu hissetmesidir. Genel deist tutumun tersine bu anlayış, bir sorunun çözümü için ihtiyaç duyulduğunda ilahi müdahaleyi de kabul eder. Çoğu deistlerin tepkisini çekecek bir başka görüşleri de, iyi insanların öldüklerinde cennete gideceklerini söylemeleridir. Bu ahlâkçı deistler nezdinde İsa’nın da bir ahlâk öğretmeni olarak görüldüğünü ifade edelim. (Huizenga 2019).

Deizm, Tanrı’nın ahlâkının adalet üzerine kurulu olduğunu varsayar. Thomas Paine, her hakiki deisti İncil’in adaletsizliklerine karşı Tanrı’nın ahlâki adaletini savunmaya çağırırırken dikkatleri muhtemelen bu vurguya çekmekteydi. Bugün de deistler kendilerini dinlere ve tüm dini inançlara karşı açılan mücadele bayrağının altnda toplanmış güruhun bir parçası sayarlar ve sağduyunun birgün mutlaka dini inançlara galip geleceği inancını diri tutmaya çalışırlar. Fakat kapitalizmin adaletsiz, sömürgeci hedeflerinin muhafızı addettiğimiz neoliberalizm ile uzlaşmaları ilahi adalet vurgularını zayıflatmaktadır. Sanayi kapitalizmiyle gelen manevi çöküntüye bugün dijital kapitalizmle gelen ahlâki çöküntü eşlik ederken deistlerin Tanrı’yı insanın ve doğanın alanına her türlü müdahaleden azade kılan bir tutuma evrilmeleri yağmacı kapitalizmin, onun yoluna çıkan “engelleri bertaraf eden” neoliberalizminin ekmeğine yağ sürmektedir. Kendileri ile ateizm arasında Tanrı barajını koysalar da onu kafese sokan bir anlayışın küresel sermayedarların “evrensel projesi” ile fevkalâde uyumlu olduğunu söylemeliyiz. Toplumsal adalet ve iyilik duygusunun Tanrı’nın adalet ve iyiliğinden tecrit edilmesi, neoliberal keyfiliğe tam da uyan bir sonuçtur. Tanrı ahlâkın ötesinde bir hakikat, onu dengeleyen ve denetleyen bir makam olmaktan çıkarıldığı takdirde insani zaafların insanın kendisini nereye götürebileceğini görmek için basiret perdelerinin açılması ve mevcut dünya manzarasının ibretle gözlenmesi yeterli olacaktır.

Kanadalı filozof ve siyasetçi Charles Taylor, “iyi”nin ontolojik kırılganlığını öne çıkarır ve bunun öz algımızda yalnızca bir “oyuk” olduğunu söyler. İyiye, doğruya, güzele, hayatın değerine olan inancımız insan sahasının ötesinde, ilahi emirlerde bir temel bulmazsa “Bizim için nasıl bağlayıcı olabilir?” sorusunu sorar. (Taylor 2018: 517). Gerçekten de giderek dünyayı kavurmakta olan eşitsiz, adaletsiz, dışlayıcı, keyfi bir neoliberal ekonominin sözde “evrensel” ahlâk değerlerine karşı insanlığa bir zırh görevi görebilecek ilahi yasaları bertaraf eden ve bütün enerjisini dinlere karşı savaşa yoğunlaştıran deizmin insanlığa sunabileceği fazla bir şey yoktur. Neoliberal oyunun kurallarına aşina olanlar, kapitalist sömürünün tüm unsurlarıyla hâkim olduğu bir dünyada adaletin eksikliğinden şikâyet etmeye hakları yoktur. 

Sonuç Yerine

Hz. İsa’nın, inananlar topluluğunu aynı insani idealler ve yüce davranışlar etrafında buluşturma hedefi güden “Yeni Ahlâk” projesinin kapitalist hırslarla nasıl sulandırıldığını günümüz Hıristiyan dünyasına bakarak anlamak yeterli olacaktır. Katolik ahlâkın temelini oluşturan “fakirin ve zayıfın öncelikle korunması; malların evrensel paylaşımı; evrensel katılım” ilkeleri bugün zengin ve güçlü olanın tamamen lehine olacak şekilde revize edilmiştir. Müslüman dünyanın manzarası da pek farklı değildir. Yerkürenin neredeyse her kilometrekaresinin acı bir gerçekliğine dönüşen söz konusu trajik manzaralar, kapitalist gerçekliğin kendisini sürekli dönüşen, değişen ve akışkan çoklu formlarla sunma becerisini dijital çağda da fazlasıyla geliştirdiğini göstermektedir. Siyaset bilimci Wendy Brown’ın “Neoliberalizmin Harabeleri” dediği şey bu küresel yıkımın veciz bir kavramsallaştırması olarak kâfi derecede açık ve iğneleyicidir. Bireylerin ve toplumların zihin, dil, tarih ve kültürlerini ele geçirmede belki şeytanın dahi aklına gelmeyecek yol ve yöntemleri keşfetmede pek mahir olan tahakkümcü zihniyet, aynı şekilde toplumların ve bireylerin inanç ve ahlâk temellerini sarsma işinde de maharetini sergilemektedir. Kapitalist eğlence endüstrisinin anlık hazların sayısını ve çeşidini sürekli artırması, kazancını katlaması ve nüfuz alanını genişletmesi bu meyanda oldukça dikkat çekicidir. Bu ortamda tüm kötülükleri, tıpkı ateistler gibi, dinlerin sırtına yıkan, Tanrı inancını muhafaza ediyor gibi görünerek kendilerini bir ahlâk abidesine dönüştüren deistler öncelikle ve samimiyetle aynaya bakmalılar. Tarihteki deist atalarının itirazı, natüralist eğilimlerini de gizlememekle birlikte, paranın batağında, siyasetin kirli oyunlarında amacını ve safiyetini yitirdiğini düşündükleri Kilise makamınaydı. Ancak tüm öfkelerine rağmen Hıristiyan aidiyet ve kimliklerini muhafaza etmede, bir kaçı hariç, oldukça hassastılar. Bugüne gelince, günümüz deistleri, kapitalizmin ve neoliberalizmin gölgesinde türeyen ahlâki kötülüklerden en az herkes kadar sorumludurlar. Zygmunt Bauman’ın akışkan modernitede duyarlık yitimini anlatan “Ahlâki Körlük” kavramı onlar için de geçerlidir. Neticede, kuru bir Tanrı inancının dışında tüm metafizik ağırlıklarından sıyrılmış bir deizme has ya da deist anlayışla özdeşleşen bir ahlâk yoktur. Ne kadar ahlâki ve samimi olduğu şüpheli olan neoliberal değerler onlar için de elverişli bir şemsiyedir. Şekli ve muhtevası neoliberal kapitalizmin algı, değer ve yargılarına göre belirlenmiş bir seküler hümanist ahlâk tarzı şimdilik onların da tarzıdır. Ahlâklı olmakla övünme ya da deizmi samimi ahlâki bir yaşam tarzı olarak propaganda etme, açıkçası, tuhaf bir melankolik büyülenme hali olsa gerektir. Yeryüzüne çivilenmek üzere olan derin ahlâki çarpıklıktan bizler ve herkes kadar en az onlar da sorumludur.
 

KAYNAKÇA

ALDRIDGE, Alfred Owen, (1951), “Shaftesbury and the Deist Manifesto”, Transactions of the American Philosophical Society, c. 41, no. 2, s. 297-382. (Kaynak: jstor.org).

BALOĞLU, Adnan Bülent, (2020), Son Hurafe: Deizm, Ankara: Diyanet İşleri Başk. Yay.

COMTE-SPONVILLE, Andre, (2012), Kapitalizm Ahlaki midir? çev. Dilek Yankaya, İstanbul: İletişim Yay.

EMERSON, Roger L., (1987), “Latitudinarianism and the English Deists”, Deism, Masonry, and the Enlightenment, ed. J. A. Leo Lemay, London: Associated University Press, 19-48.

EAGLETON, Terry, (2021), Materyalizm, çev. Serkan Gündüz, (İstanbul: Tellekt Yay.)

FARUKİ, İsmail Raci, (2015), Hıristiyanlık Ahlakı: Hıristiyanlığın Tarihsel ve Sistematik Analizi, çev. İsmail Kapaklıkaya, İstanbul: Mahya Yay.

FEBVRE, Lucien, Martin Luther: Alın Yazısı, (2016), çev. Serpil Gürer, Ankara: Cümle Yay.

HUIZENGA, Leroy, (2019), “What is Therapeutic Deism and Why Does It Fail?”, https://stpaulcenter.com/what-is-moral-therapeutic-deism-and-why-does-it-fail/  (Erişim: 16.09.2022)

KISHLANSKY, Mark A. (ed.), (2017), Batı’nın Kaynakları I-II, çev. M. Kürşat Atalar, İstanbul: Açılım Yay.

TAYLOR, Charles, (2008), Benliğin Kaynakları: Modern Kimliğin İnşası, çev. S. Aygül Baş, Bilal Baş, İstanbul: Küre Yay.

WEBER, Max, (1997), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, çev. Zeynep Aruoba, İstanbul: Hil Yayın.


*Prof. Dr., Hacı Bayram Veli Üniversitesi