Stres/Üzüntü İle Baş Etmenin Yolları: Kindî Örneği

Enver Uysal*

Stres ve Hüzün

Stres, kişinin algıladığı herhangi bir tehdit ya da başına gelen katlanılması zor, olumsuz bir durum sebebiyle fiziksel ve duygusal olarak o sorunla başa çıkamamasından dolayı oluşan ve günlük hayatını genellikle olumsuz etkileyen gerilimli bir süreçtir. Stres, hayatımızın pek çok döneminde başa çıkmak zorunda kaldığımız yıpratıcı sorunlardan biridir. Bir hastalık değildir, ama bazen bir hastalık kadar zararlı olabilir. Ancak stres her zaman kötü ve zararlı değildir. Kronik hale gelmeyen ve kontrolden çıkmayan stres çevremizdeki şeylerden daha fazla haberdar olmamızı ve daha rahat odaklanmamızı sağlayabilir. Bazı durumlarda bizi motive eder ve daha başarılı olmanıza yardımcı olabilir. Ancak yaşanan stres sonucunda hayatın kontrolü kaybedilirse, işimiz, aile hayatımız, sağlığımız ve çevremizle olan ilişkilerimiz ciddi şekilde zarar görebilir. Durum böyle olunca, stres ihmal edilmemesi ve yönetilmesi gereken bir problem olarak görünmektedir.

Kemal Sayar Hüzün Hastalığı adlı kitabında, çağdaş psikiyatr ve psikologların çoğunun hüznü (yukarıda ifade etmeye çalıştığımız anlamda stresi) tıbbî anlamda tedavi edilmesi gereken bir “hastalık” olarak gördüğünü, ancak bizim dinî kültürümüzde ve millî geleneğimizde hüznün bir hastalık değil, kişinin kemaline vesile olan olumlu bir durum olduğunu söyler. Burada hüznü; üzüntü, elem, sıkıntı, stres, bela ve musibet anlamında kullanıyoruz. İslam ahlak felsefesinde de hüznün bu anlamda kullanıldığını söyleyebiliriz. Merhum Hüseyin Aydın Hocam; “kişi ciddi stüasyonlar karşısında kala kala olgunlaşır” derdi. Başka bir ifadeyle “baş etmesi zor, ciddi olaylarla karşılaşmış olması, kişinin kemaline/olgunlaşmasına vesile olur.” Hayatını adeta “ekmek elden, su gölden” ifadesinde karşılığını bulan, bir sorumluluk üstlenmeden ve hiçbir zorluğa katlanmadan, arzuladığı her şeyi hazır bularak yaşayan birinin, karşılaştığı problemlerle baş etmedeki acziyeti, bilinen bir gerçektir. İnsanın hayatta kendisini yorup üzecek, strese sokacak zorluklarla karşılaşması, elbette arzu edilir bir durum değildir. Ama o zorluklarla baş etmenin, kişiye kazandırdığı kemali de görmezden gelmemek gerekir. Nitekim Peygamberimiz (a.s) da; “(Durduk yere) Allah’tan sabır dilemeyiniz. Ama başınıza bir bela ve musibet geldiği anda sabrediniz” buyurmaktadır. Sabrın “iyi ve güzel şeylerde, ibadette sebat” şeklindeki olumlu anlamı dışında yaygın anlamı; musibetler karşısındaki dayanıklılıktır. Yani sabır musibetin lazımı olan bir kavramdır. Allah’tan durduk yere sabır istemek, bir bakıma bela istemek olduğu için Hz. Peygamber (a.s) öyle bir uyarıda bulunmuştur. Başımıza gücümüzü aşan bir bela ve musibet geldiğinde ise, ona katlanıp sabretmemiz istenmiştir.

Hayata Nasıl Baktığımız Önemli

Hayat tekdüze bir süreç değildir. İyi, güzel, neşeli ve sevinçli günleri olduğu gibi, kötü ve hüzünlü günleri de vardır. Hayat bunlarla bir bütündür. Bir imtihan dünyasında yaşıyoruz. Allah hayatı da, ölümü de kimin iyi ve güzel şeyler yaptığının anlaşılması için yaratmıştır. Sevdiğimiz birinin ölümü, boşanma, bir iş kaybı, iflas, evlilikte yaşanabilecek sıkıntılar, kronik hastalıklar, doğal afetler, tecavüz veya şiddet gibi travmatik olaylar… insanın üzülmesine sebep olan olumsuz olaylardır. Ancak insan sahip olduklarıyla da, sahip olmadıkları/olamadıkları ve kaybettikleri ile de bir sınava tâbi tutulmaktadır. Sınavın olduğu yerde ise zorunlu olarak bir sevinç ve başarı olduğu gibi, meşakkat, üzüntü ve başarısızlık da vardır. Önemli olan, insanın bunun farkında olması, sabır, çaba ve gayret göstererek o sınavı kazanmasıdır.

Allah’ın cemal sıfatları da vardır, celâl sıfatları da. Ve bunlar her an tecelli halindedir. Tasavvufta bir kabz (sıkıntı) hali olduğu gibi, bast (rahatlık, ferahlık) hali de mevcuttur. Bir Sahabî, Hz. Peygamber (a.s)ın yolculuk esnasında yokuş tırmanırken tekbir getirdiğini, yokuş aşağı inerken ise tekbirinin tehlil ve tesbihe dönüştüğünü söyler. Hayat da bir yolculuktan ibaret değil midir? Bu yolculukta insan bazen aşılması zor yokuşla, sıkıntılarla karşılaşır. Hadis bize işte o durumda sıkıntıları aşmak için tekbirle Allah’a sığınıp O’ndan yardım dilememizi, ama yokuşu aşıp rahatlayınca Allah ile olan bağımızı koparmamamızı, tekbirimizin tesbihe dönüşmesini öğütler. Böyle bir uygulama, hayatta sıkıntılarla karşılaşan bir mü’min için manevi bir destek, metafizik bir takviyedir.

Öyleyse hayata nasıl baktığımız büyük önem arz eder. Mevlânâ; “şaşı bakan şaşı görür” der. Bakışınız yanlış ise, hayatın doğru, güzel ve hikmetli tarafını görmek mümkün olmaz. Matematikte bile bir problemin çözümüne yanlış formül ile başlarsanız, doğru sonuca ulaşamazsınız. Bu anlamda hayata nasıl baktığımız önemli. Bardağın dolu tarafını da görebilirsiniz, boş tarafını da. Hz. Peygamber (a.s) birkaç Sahâbî ile birlikte yürürken yol kenarında ölmüş bir köpek görür. Ashap kötü kokudan dolayı burunlarını kapatırken, Peygamberimiz (a.s); “ama dişleri ne kadar güzelmiş” buyurur. O olumsuzluk içinde bile bir güzellik görür.

M. Akif Ersoy’un Safahat’ında bir “Küfe” hikâyesi vardır: Bir çekirdek aile: Anne, baba ve 10 yaşlarında bir çocuk. Baba sırtındaki küfe ile yük taşıyarak evini geçindirmektedir, ancak verem hastasıdır. Çocuk sabahları okula gitmek için babadan birkaç dakika sonra evden çıkmaktadır. Bir sabah evden çıktığında 100-200 m. ileride babasının yolda düştüğünü ve ağzından kanlar geldiğini görür. Şüphesiz böyle bir manzara bir çocuk için acı verici bir durumdur. Çocuk babasını kaldırarak elinden tutup eve getirir, annesine teslim eder. Ve o baba bir müddet sonra vefat eder. Artık evi geçindirme yükü de çocuğun omuzlarındadır. Öğleye kadar okul, öğleden sonra ise limon satar. Bu bunalmışlıkla bir sabah evden okula çıkarken kapı arkasında babasının yıllarca üzerinde yük taşıdığı küfe gözüne ilişir ve beddua ederek onu tekmeler: “Allah senin belanı versin. Babam ömrü boyunca seninle taşıdığı yüklerin altında ezildi ve adamcağız sonunda öldü gitti.” Bu sözleri duyan anne; “Oğlum! Onu niye tekmeliyorsun? İyi ki o vardı. O bizim ekmek teknemizdi. O olmasaydı, baban bizi nasıl geçindirirdi?” şeklinde tepki verir. Çocuğa yaptığının doğru olmadığını anlatır. Burada hayata farklı iki bakış var: Bir yanda yaşadığı sıkıntıların olgunlaştırdığı bir kadının iyimser bakışı, diğer yanda yaşadığı olumsuzlukların bunalttığı, omuzlarına erken yaşta ağır yükler binmiş bir çocuğun kötümser bakışı… Anne için o küfenin hatırası büyük, ona adeta kutsallık atfetmişken, çocuk için ifade ettiği anlam bambaşkadır.

Hayatta bazen bir söz duyar ya da bir kitapta dikkatimizi çeken bir cümle okuruz da; “Ne güzel bir cümle! Ne güzel ifade etmiş!” deriz. Ama o cümlenin hangi yaşanmışlık sonucu söylendiğini düşünmeyiz. Aslında hiçbir cümle durup dururken söylenmez. Bir yaşanmışlık sonucu, tecrübe ile söylenir. Örneğin “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” ve “Sen rıza lokmasın yiyemezsin demedim mi?” ifadeleri kulağa hoş gelen sözler. Lütfu zaten hoş, kahrını da hoş görebiliyor muyuz? Hakkımızda takdir edilene rıza gösterebiliyor muyuz? Bunu söyleyen acaba hangi kahırları yaşadıktan sonra kahrını da hoş görmeye başladı?  Keza Erzurumlu İbrahim Hakkı; “Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler” derken bunları acaba hangi yaşanmışlıklar sonucunda söyledi? Konunun bu tarafını pek düşünmeyiz.

Ahlak İlmi

Ahlakı bir bakıma “iyi insan olma sanatı” ya da “iyi insan olma mücadelesi” olarak tanımlayabiliriz. Bu mücadele ilk insanla başlamış ve son insana kadar devam edecek olan bir mücadeledir. Ahlak hem Peygamberlerin, hem de filozofların en büyük kaygısı olmuştur. Peygamberimiz (a.s)’in “güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini” biliyoruz. Demek ki önceki Peygamberlerin amacı da güzel ahlak idi, ancak bu ahlak Peygamberimiz ile kemale ermiştir. İslam düşüncesinde ahlaka dair yazılan kitaplar üç grupta toplanır: a) Ayetler ve hadisler ışığında yazılan ahlak kitapları, b) Tasavvuf ahlakının anlatıldığı kitaplar, c) Felsefî yöntemle yazılan ahlak kitapları. Bu üçüncü gruptaki eserlerin esin kaynağı, büyük ölçüde Aristoteles’in Nikomakhos’a Ethik adlı kitabıdır. Bu eserlerde ahlak ilmi bir bakıma “mutluluğu kazanma ve mutsuzluktan kurtulma sanatı” olarak görülür. Nitekim ilk İslam filozofu olarak bilinen Kindî’nin (ö.866 ya da 870) ahlakla ilgili eserinin adı; Fi’l-Hîle li Def’il-Ahzân (Üzüntüden Kurtulma Yolları), Fârâbî’nin (ö.950) ahlaka dair iki eseri; Tahsîlü’s-Saâde (Mutluluğun Kazanılması) ve Tenbîh alâ Sebîli’s-Saâde (Mutluluk Yolunda Uyarı), Râgıp İsfahânî’nin (ö. V./XI. yüzyılın ilk çeyreği) ahlakla ilgili bir eserinin adı; Tafṣîlü’n-Neş’eteyn ve Taḥṣîlü’s-Saâdeteyn (İki kaynağın Açıklanması ve İki (Dünya) Mutluluğunun Elde Edilmesi)dir. İslam ahlakçıları için mutluluk; bedensel, dünyevi ve gelip geçici arzuları tatmin ile elde edilen bayağı hazların ötesinde, manevi, zihnî, aklî ve ruhsal gelişmişlik ve yetkinlik ile ulaşılan, en yüksek derecesi ölüm sonrası yaşanacak olan kalıcı mutluluktur. Ahlakın amacı mutluluk olunca, insanın, kendisini mutlu edecek davranışlar içinde olması, mutsuz kılacak tutum ve davranışlardan ise kaçınması, hayattan beklentilerini de buna göre düzenlemesi gerekir. Bu eserlerde bu düşüncenin hâkim olduğunu görürüz.

Kindî’nin Üzüntü ile İlgili Risalesi

Bu risalenin adının; Fi’l-Hîle li Def’il-Ahzân olduğunu yukarıda belirmiştik. Risale Türkçeye Mustafa Çağrıcı tarafından Üzüntüden Kurtulma Yolları adıyla çevrilmiş, hem Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları (1998), hem de Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları (2022) arasında çıkmıştı. Mahmut Kaya çevirisi ise İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri (Klasik, 2014) içinde mevcuttur.

İnsan bir istekler ve ihtiraslar varlığıdır. Onun istekleri sonsuz, ihtiyaçları ise sınırlıdır. Oysa modernizm ve çağdaş kapitalist sistem, reklamlarla sürekli insana ihtiyaçlarının sonsuz olduğunu ve onları karşılaması gerektiğini haykırır. Çünkü o sistemde insan bir “homo ekonomikus”tur. Sürekli harcamalıdır. Harcadığı oranda değerlidir. Hâlbuki imkânları sınırlı olan insanın sonsuz ihtiyaçlarını karşılaması mümkün değildir. Aslında çağdaş insanın mutsuzluğunun temelinde bu yatar. Eğer o, ihtiyaçlarının değil, isteklerinin sonsuz olduğunun farkına varmış olsa, sürekli ihtiyaçlarını karşılama peşinde koşacağına, isteklerini kontrol altına almaya çalışacak, bunu başardığı takdirde de huzurlu ve mutlu olacaktır. Bundan dolayı bizim klasik ahlak kitaplarımız genelde “insan nefsinin tanımı” ve “insanın kendini bilmesi” konusu ile başlar. İnsan nefsinin güçleri ve bunların nasıl kullanılması gerektiği ile devam eder, sonunda bir “erdemli ve mutlu insan” profili ortaya çıkarır. İnsan kendini bilecek, yetenekleri ve imkânlarının farkında olacak ki, o doğrultuda bir yaşam tarzı benimsesin. Bunun aksi, onun mutsuzluğu demektir. Bir atasözümüz adeta imkânlarının farkında olmayan ve haddini bilmeyenler için söylenmiş: “Atın nallandığını gören kurbağa da ayağını kaldırmış, beni de nallayın demiş.” İmkânlarının üstünde şeyler peşinde koşan birinin, bunları elde edemediği için üzüntü ve sıkıntılar yaşaması kaçınılmazdır.

Kindî’nin Fi’l-Hîle li Def’il-Ahzân’ı da bir bakıma hayatın bir “mutsuzluğu yenme çabası” olduğu ilkesinden hareketle yazılmıştır.” O, risaleye üzüntünün tanımı ile başlar. Üzüntü; “Sevilen şeylerin elden gitmesinden ya da amaçlanan şeylerin gerçekleşmemesinden doğan nefsânî bir acıdır.” Bu tanım bize üzülmemenin çaresini de verir: Madem sevdiğimiz şeyleri kaybettiğimiz ve amaçladığımız şeyleri gerçekleştiremediğimiz için üzülüyoruz, kaybetmemiz mümkün olmayan şeyleri sever, onları elde etmeye çalışırsak ve gerçekleşmesi mümkün olan şeyleri amaçlarsak o acıyı yaşamayız. Pekiyi, kaybetmemiz mümkün olmayan şeyler nelerdir? Manevi değerlerdir. Kindî’ye göre “sevdiklerimizi kaybetmemek ve isteklerimizden mahrum kalmamak istiyorsak, akıl âlemini gözetmeliyiz. Elimizden gidene üzülmemeli, maddî, duyusal ve sürekliliği bulunmayan şeyleri istememeliyiz. Geçici nimetleri kaybetmekten ve olmayacak şeylerin yokluğundan dolayı üzüntü çeken birinin üzüntüsü hiç bitmez.” Sahip olduğumuz maddi değerler gelip geçici olan şeylerdir. Bugün bizim elimizde, yarın ise bir başkasının elinde olabilir. Onlara sahip olmak bizim ne kadar hakkımız ise, başkasının da hakkıdır. Manevi değerler ise sürekliliği olan şeylerdir. Onları bizim elimizden kimse alamaz. Doğruluğu, dürüstlüğü, cömertliği ve namuslu olmayı… kimse benim elimden alamaz. Ve beni asıl “ben” yapan, sahip olduğum maddi şeyler değil, manevi değerlerdir. Üzülmemek istiyorsak, onlara sahip olmayı önemsemeliyiz.

Kindî bazen söylemesi kolay, ama uygulaması zor, çok pratik formüller de önerir: “İstediğimiz şey olmadıysa, olabilecek şeyleri istemeli, böylece üzüntünün devam etmesini sevincin devam etmesine tercih etmemeliyiz.”

Kindî bir oluş ve bozuluş âleminde yaşadığımızın ve orada hiç üzülmemenin mümkün olmadığının farkındadır. Çünkü her oluş ve bozuluş bir sevinç ya da üzüntüyü beraberinde getirir. Ona göre “hiç üzülmemeyi istemek, bir bakıma yaşamamayı istemektir.” Öyleyse onun bu risaleyi yazmaktan amacı, insanın hiç üzülmemesini sağlamak değil, aksine yaşayabileceği üzüntüleri kendisini ve çevresini yıpratmadan daha hafif olarak nasıl atlatabileceğini anlatmaktır.

Kindî bu bağlamda insanın sahip olduğu alışkanlıkların ve nefis terbiyesinin önemini vurgular. Örneğin bir kumarbaz, bu alışkanlığını gerçekleştiremediği gün üzülür. Öyleyse insanın mutluluğunda alışkanlıkların da önemi büyüktür. Bizi mutlu edecek alışkanlıklara sahip olmayı önemsemeliyiz. Ahlak zaten “alışkanlık” anlamındaki “huluk” kelimesinin çoğuludur. Bir insanın alışkanlıkları, onun ahlakını oluşturur. Bunlar güzel ise, o insana güzel ahlaklı, kötü ise kötü ahlaklı diyoruz. Bunun için de Kindî nefis ıslahı ve nefis terbiyesinin önemini vurgular. Ona göre insanoğlu bedenî rahatsızlıklarını önemser, ama ruhî problemlerini o kadar önemsemez. Oysa beden fani, ruh bakidir. Ruhu iyileştirmek ve hastalıklardan kurtarmak, bedeni iyileştirmekten daha önemlidir. Beden ruhun kullandığı bir alettir. “Bizi asıl biz yapan bedenlerimiz değil, ruhumuzdur. Ruhumuz bizim kişiliğimizdir.”

Kindî, risalede altyapıyı oluşturacak bu tür bilgiler verdikten sonra, madem üzüntü hayatın bir gerçeği ve kaçınılmaz bir parçası, öyleyse bu üzüntüleri kendimizi ve çevremizi yıpratmadan daha hafif olarak nasıl atlatabiliriz, başka bir ifadeyle üzüntüden kurtulma yollarını birtakım akıl yürütmelerle, bazen de mistik bir tavır takınarak maddeler halinde anlatır. Biz o maddeleri burada özet olarak vermeye çalışacağız. Ancak şunu da ifade edelim ki, Kindî’nin bu risalesinin İslam ahlâk felsefesinde etkisi büyük olmuştur. Kendisinden sonra -başta Ebû Bekir Râzî, İbn Miskeveyh ve Tûsî olmak üzere- felsefî yöntemle yazılan ahlak kitaplarının hepsinde bu konu bir başlık olarak yer almıştır.

Üzüntüyü Yenmenin Yolları

1. Kindî “bir şey ile baş etmek istiyorsak, önce onun ne olduğunu ve nedenini bilmemiz gerekir” diyor. Bundan dolayı risalenin başında üzüntünün tanımını yaptı. Onun nedenine gelince, Kindî’ye göre üzüntümüzün sebebi ya kendimizizdir ya da başkasıdır. Kendi yaptığımız bir şeyden dolayı üzülüyorsak, üzüleceğimiz şeyler yapmamalıyız. Üzüleceğimizi biliyoruz, ama yine de onu yapıyorsak, bu ancak akıldan yoksun olanların işidir. Başkasının yaptığı bir şeyden dolayı üzülüyorsak, onu uygun şekilde uyarırız, ama yapmaya devam ederse, artık ona üzülmemek gerekir.  

Kindî’ye göre üzüntü kaçınılmaz ise, ona hiç olmazsa üzüntü gerçekleşmeden önce üzülmemeliyiz. Çünkü sebep gerçekleşmeden önce üzülmekle o sebep ortadan kalkmaz. Üç gün sonra başıma şu gelebilir diye o üç günü kendinize zehir etmenin bir anlamı yoktur. Üzüntü sebebi doğmadan önce üzülmek utanç vericidir. Ancak sebebin gerçekleşmesini önlemeye çalışmak gerekir. Dolayısıyla üzüntünün süresini kısaltmak bizim elimizdedir.

2. Üzüntüyü yenmenin başka bir yolu, daha önce yaşayıp atlattığımız üzüntüleri ve başkalarının uğradığı üzüntüleri düşünmektir: “Önceden de böyle sıkıntılar yaşamıştım, ama onları atlattım. Bunu da atlatırım. Bu da geçer. Ayrıca başkalarının başına da böyle şeyler geliyor. Onlar sabredip atlattığına göre, ben de atlatırım” şeklinde düşünmek, insan için bir teselli biçimi olur ve ona dayanma gücü verir. Bu bağlamda Kindî, Büyük İskender’in, öldüğü zaman annesine verilmek üzere bıraktığı mektubu anar. İskender mektubunda öldüğü zaman kendisi için bir şölen düzenlenmesini, bu şölene Avrupa, Asya ve Afrika’dan bütün insanların davet edilmesini, ancak o zamana kadar herhangi bir üzüntü yaşayanların bu şölene katılamayacaklarını yazmıştır. İskender’in bu vasiyeti yerine getirilir. Ancak anne şölen günü belirlenen mekânda saray erkânı dışında kimsenin olmadığını görünce şaşırır. Oğlunun mektubundaki detay annenin dikkatinden kaçmıştır. Kendisine “Efendim! Demek ki bu üç kıtada da şimdiye kadar hiçbir üzüntü yaşamamış kimse yokmuş. Herkes birtakım üzüntüler yaşamış, şölen alanı onun için boş” dendiğinde, anne: "Oğlum, ölümünle bile bana önemli bir şey öğrettin. Anladım ki ilk musibete uğrayan ben değilmişim, musibet sadece tek kişinin başına gelen bir olay değilmiş" der.

3. Biz bir şeyler kaybetmiş veya bir şeylerden mahrum kalmış, bunun için üzülüyorsak, başkaları da bu tür şeylerden mahrum kalmıştır. Hatta onlara hiç sahip olamayanlar var. Örneğin birinin çocuğu vefat etmişse, hiç çocuğu olmayanları düşünmesi, malını kaybetmişse, ona hiç sahip olamayanları düşünmesi, onun için bir teselli kaynağıdır. Bu durumda üzüntünün kaynağı insanın kendisi olmaktadır.

4. Kindî’ye göre başımıza bir şey gelmesini istemiyorsak, hiç var olmak istemiyoruz demektir. Çünkü biz bir oluş ve bozuluş âleminde yaşıyoruz. Orada musibetlerin olmamasını istediğimizde, tabiattaki oluş ve bozuluş kanununun ortadan kalkmasını istemiş oluruz. Bu ise imkânsızı istemek demektir. İmkânsızı isteyen ise muradından mahrum kalır. Bu da bedbahtlıktır. Kindî’ye göre böyle bir huydan utanmak gerekir.

5. Başkalarının da sahip olabileceği şeyler, bütün insanlar için müşterektir. Bize daha yakın olmakla, biz onlara başkalarından daha layık değiliz. Maddi şeyler böyledir. Elimizde olduğu sürece bizimdir. Oysa asıl kazançlarımız, manevî hayırlarımızdır. Kimse onlarda bize ortak olamaz. Ve onları kimse elimizden alamaz. Kaybettiğimizde asıl üzüleceğimiz şeyler manevî hayırlardır. İnsanlar birtakım şeyleri elde etmesinler diye kederlenmek hasetçinin işidir. Kıskançlık ise kötülüklerin en fenasıdır. Dostunun bir şeyden mahrum olmasını isteyen ya da onun başına kötülük gelmesinden sevinen kişi, kötüdür. Dostunun iyi şeylere sahip olmasından üzüntü duyan kişi tam bir hasetçidir. 

6. Kindî, sahip olduğumuz maddî değerlerin bize emanet olarak verildiğini, onların asıl sahibinin Yüce Allah olduğunu vurgular. Ona göre elimizde bulunan her şey, Hak Sahibi'nin bizdeki emanetidir. O, bizdeki emanetini istediği zaman geri alır ve dilediği bir başkasına verir. Emaneti ona geri vermek istememek ve bizden alındığında üzülmek, kınanmaya layık bir davranıştır. Birine bir emanet verildiğinde, onun kendi malı gibi görüp sahiplenmesi, emanete ihanet ve sahibine karşı nankörlüktür.  

7. Hiç üzülmek istemiyorsak, hiçbir maddi değere sahip olmamamız gerekir. Hâlbuki maddi şeylerden uzak durduğumuzda da, o şeylerden yoksun kaldığımız için üzüntü yaşıyoruz. Bu durumda üzüntünün kaçınılmaz olduğu anlaşılıyor. Ama öte yandan da üzülmeyelim diyor, üzülmemenin yollarını arıyoruz. Kindî’ye göre bu bir çelişkidir.

Öyleyse üzüntü çekmek bizim için zorunlu değildir. Madem maddi şeylerin kaybından dolayı üzülüyoruz, o halde Kindî mistik bir yaklaşımla maddi ihtiyaçlarımızı azaltarak üzüntümüzü de azaltabileceğimiz kanaatindedir. Maddi şeyler asıl varlığımıza yabancı olduğu için, yok olması üzüntüye sebep olmaktadır. Maddi şeylere sahip olmak bizi sevindiriyorsa, onların kaybı da o oranda üzüntüye sebep olacaktır. Kindî bu bağlamda iki anekdot nakleder:

Sokrat’a sormuşlar: Üzülmemeyi nasıl başarıyorsun? “kaybettiğim takdirde üzülmeyeceğim şeylere sahip olmak suretiyle” demiş.

Kral Neron’a saray erkânı huzurunda bir billur vazo hediye edilmiş. Böyle bir vazoya sahip olmak Neron’u fazlasıyla sevindirmiş ve sevincini gizleyememiş. Bu durum huzurda bulunan bir filozofun dikkatini çeker ve Neron’a şöyle der: “Efendim bu vazoya sahip olmak sizi ziyadesiyle sevindirdi. Ancak onu kaybettiğinizde üzüntünüz de o oranda büyük olacaktır.” Gerçekte bir gün o vazo kırıldığında Neron’un üzüntüsü de büyük olur.

8. Kindî, ölüm korkusunun da insan için üzüntü sebeplerinden biri olduğunu vurgular. Ancak o, ölüm ile ölüm korkusu arasında ayrım yapar. Kindî’ye göre genellikle ölümden daha kötü bir şey olmadığı düşünülür. Ve ölüm için kaygılanır, üzülürüz. Oysa ölümün kendisi kötü değildir, kötü olan ölüm korkusudur. Ölüm tabiatımızın bir parçasıdır. Nitekim insan "akıllı ve ölümlü canlı" olarak tanımlanır. Buna göre ölüm olmasaydı insan da olmazdı.

Kindî ayrıca insanın, bulunduğu yere alışan ve alıştığı yerden kolay ayılmak istemeyen bir varlık olduğu kanaatindedir. Anne karnındaki ceninin, bulunduğu yerden ayrılmak istemediği gibi, insan da dünya denilen bu yerden ayrılmaktan çetin bir korku hisseder. Ölümün, insan olmanın bir gerçeği olduğunun farkına vardığı ve ölüme hazır olduğu takdirde, ölüm insan için korkulacak bir şey olmaktan çıkar.

9. Kindî’nin üzüntüden kurtulmak için önerdiği başka bir yol da şudur: Bir şeyleri kaybettiğimizde, zihni kayıplarla meşgul edip üzülmek yerine, elimizde kalan aklî nimetleri düşünmeliyiz. “Malımı kaybettim, ama sağlığım yerinde… Malımı kaybettim, ama kredim var, güvenilir insanım…” gibi. Elde kalanları ve halâ sahip olduklarını düşünmek, Kindî’ye göre musibetler için bir tesellidir. 

10. Ve son olarak Kindî konuya çok farklı bir açıdan bakar: Ona göre insan maddi kazançlardan sonra psikolojik olarak bir musibet beklentisi içinde olur. Öyleyse maddi kazançlar elden çıkınca, insan musibet beklentisinden de kurtulmuş sayılır. Bu durumda üzüntü sebebini azaltan şey, bir nimete dönüşür. Bazı musibetler, diğer bazı musibetlerin azalmasına hizmet ediyorsa, bir nimettir.

İnsanı insan yapan, onu var kılan, sahip olduğu maddi değerler değil, manevi değerlerdir. Maddi değerler insanın özünde olan ve onun özüne değer katan şeyler değil, aksine Kindî’nin ifadesiyle onun “varlığına yabancı”, ona sonradan eklemlenmiş gelip geçici olan şeylerdir. Onların kaybı insanı üzmemelidir. Risalenin sonlarındaki şu cümleler uyarı mahiyetinde dikkat çekici cümlelerdir: “Kendi varlığı dışında kalan şeyleri (maddi değerleri) elde etme peşinde koşmayan kişi, kralları köleleştiren güce, acıların kaynağı olan öfke ve şehvete hâkim olur. Hastalıkların en tehlikesi nefsin hastalıklarıdır. Öfke ve şehvet güçleri, olumsuz etkilerini bir kimse üzerinde gösteremiyorsa, o kimse kralların hizmetçileri üzerindeki güce benzer bir üstünlük kazanıp, en büyük düşmanlarını yenilgiye uğratmış olur.”

 


*Prof. Dr. Bursa Uludağ Üniversitesi